24 Nisan 2024 Çarşamba

Devrimci Yön

AB’nin geleceğine ilişkin tartışmalar ve Brüksel’in Batı Balkan politikası

AB’nin geleceğine ilişkin tartışmalar ve Brüksel’in Batı Balkan politikası
02 Ağustos
20:29 2018

Balkan Yarımadası; Avrupa’yı Asya’ya bağlayan ve Karadeniz, Ege, Akdeniz’i kontrol edebilen coğrafi konumundan ötürü tarih boyunca stratejik bir öneme sahip oldu. Bu nedenle de geçmişten günümüze; göç, ulaşım ve ticaret yollarının üzerinde yer aldı.  Jeopolitik açıdan taşıdığı önem, aynı zamanda tarihin her döneminde Balkan coğrafyasını büyük güçlerin rekabet alanlarından biri haline getirdi. Yaşanan rekabet, antik çağlardan bugüne bölge halklarının kaderinde de belirleyici oldu. İmparatorlukların sınırları çoğu kez Balkanlar’da kesişti ve bu yüzden bölge, çatışmaların hiç eksik olmadığı bir cephe hattına dönüştü.

Son bin yıl dikkate alındığında Balkan coğrafyası en istikrarlı günlerini yaklaşık beş asır süren Osmanlı hâkimiyeti döneminde yaşadı. Ancak 1789’daki Fransız Devrimi’nin ardından ortaya çıkan milliyetçilik akımlarının ateşi, çok geçmeden Balkanlar’ı da sardı. Bu, Güneydoğu Avrupa için ‘pax-ottomana’ olarak adlandırılan dönemin de sonuna işaret ediyordu. Oysa 1815 tarihli Viyana Kongresi’nde Avrupa’nın büyük güçleri, imparatorlukları tehdit eden milliyetçi akımlara karşı işbirliği kararı almıştı. Ancak bu işbirliği, konferansa davet edilmeyen Osmanlı Devleti için geçerli değildi. Zira 1821’de başlayan Yunan isyanı İngiltere tarafından, Sırp ve Bulgar isyanları ise doğrudan Çarlık Rusyası tarafından desteklendi. Bu isyanlar, Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarının paylaşıldığı savaşların da gerekçesi olarak gösterildi. 1828-29, 1853-56, 1877-78 yıllarında yaşanan 19. yüzyılın üç büyük Osmanlı-Rus savaşının da sıklet merkezini Balkan coğrafyası oluşturuyordu. 20. yüzyılın başındaki Balkan Savaşları ve hemen ardından patlak veren Birinci Dünya Savaşı, sadece Osmanlı hâkimiyetinin son bulmasıyla sınırlı kalmadı, Balkan Türklüğüne ve bölgenin diğer Müslüman halklarına tarifsiz acılar yaşattı. Neredeyse her 25 yılda bir patlak veren savaşlar 1918 yılına gelindiğinde Balkanlar’ın demografik yapısını da köklü biçimde değiştirmişti.  Saraybosna’daki bir suikastla başlayan ve imparatorluklar çağını sona erdiren Birinci Dünya Savaşı’nın ardından sahnede artık Balkanlar’da kurulan ulus devletler vardı.

Balkanlar, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkisinden de nasibini aldı. Nazi orduları Romanya üzerinden Karadeniz’e, Yunanistan üzerinden Ege Denizi’ne kadar ulaştı. Savaşın sonunda müttefiklerin elde ettiği zafer, Balkan ülkeleri için yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyordu. Savaşın galipleri, kapıdaki Soğuk Savaş öncesi bölgenin kaderini tayin etti.  1944 yılının Ekim ayında Churchill ve Stalin’in imzaladığı ‘Yüzdeler Anlaşması’ ile hangi Balkan ülkesinin kimin etki alanında kalacağı da şekillenmiş oldu. Bölge devletlerinde, Yunanistan hariç, komünist rejimler inşa edildi. Soğuk Savaş yıllarında Bulgaristan ve Romanya, Varşova Paktı’nda yer alırken, sosyalist Yugoslavya ve Arnavutluk, Sovyetler Birliği’ne daha mesafeli bir dış politika çizgisi izlemeyi tercih etti. 

Konjonktürel Bir Tanımlama: Batı Balkanlar

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte Orta Avrupa ve Balkanlar’da Batı dünyası için yeni kapılar aralandı. Balkan coğrafyası artık Avrupa Birliği’nin de söz sahibi olmak istediği bir alandı. 1981 yılında Yunanistan’ı içine alarak Balkanlar’a adım atan Avrupa Birliği’nin hedefi, tüm Balkan ülkelerini bünyesinde toplamak. 2004 yılında Slovenya, 2007 yılında Romanya ve Bulgaristan, 2013 yılında ise Hırvatistan birliğin yeni üyeleri oldular. Bugün Türkiye haricinde, Balkanlar’da Avrupa Birliği’ne üye olmak için bekleyen 6 ülke var. Bu ülkelerden Karadağ ve Sırbistan, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerini sürdürüyor. Makedonya ve Arnavutluk ise halihazırda aday ülke statüsünde ve müzakerelere başlamak için tarih bekliyor. Bosna Hersek ve Kosova ise potansiyel aday ülkeler sınıfında. 

Avrupa Birliği, bu 6 ülkenin bulunduğu alanı ‘Batı Balkanlar’ olarak isimlendiriyor. Aslında bu tanımın tarih sahnesine yeni çıktığını ve geçmişte pek kullanılmadığını hatırlatmakta fayda var. ‘Batı Balkanlar’ en kısa anlatımla; coğrafi bir terim olmaktan ziyade, henüz birliğe üye olmayan Balkan ülkelerini tanımlamak için kullanılıyor. Zira bugün uluslararası alanda ‘Doğu Balkanlar’ olarak tanımlanan bir bölge yok. Kaldı ki; coğrafi olarak bölgenin batısında yer alsalar da Balkan ülkelerinden Hırvatistan ve Slovenya, Avrupa Birliği belgelerinde ‘Batı Balkan’ ülkeleri arasında zikredilmiyor. Muhtemelen müzakere sürecindeki Karadağ, bu altı ülke arasında tam üyelik hedefine ilk ulaşan devlet olacak ve o da artık ‘Batı Balkan’ ülkesi olarak değil, üye devlet olarak nitelendirilecek. Bölge ülkelerindeki yönetimlerin siyasal söylemlerinde
giderek kanıksanan ‘Batı Balkanlar’ teriminin, algıları tarihsel perspektifinden koparan ve Balkanlar’a yönelik bütüncül bir bakış açısı geliştirilmesine ket vuran bir işlev gördüğünü söylemek mümkün.

Avrupa Birliği ve bölge ülkelerinin hızla gelişen ve kurumsallaşan bu entegrasyon sürecinden neler beklediğini irdelemeden önce, Brüksel’in ‘Batı Balkan’ politikasının nasıl şekillendiğini ana hatlarıyla hatırlayalım.

Yugoslavya  Krizi’nden  Berlin  Süreci’ne

1991 yılında Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra Balkanlar’ın yeniden kan gölüne dönüşmesi, Avrupa Birliği’nin Soğuk Savaş’ın ardından karşılaştığı ilk ciddi krizdi. Krizin başında Avrupa Birliği, Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün korunmasını esas alan önlemler ve önerilere başvurdu. Ancak Brüksel’in arabuluculuk faaliyetlerinden sonuç çıkmaması ve tarafların silah bırakmaya ikna edilememesi Brüksel’in henüz siyasi bir güce erişmediğinin göstergesiydi.

Yugoslavya’nın parçalanma süreci, Avrupa Birliği içindeki çatlakların da ilk kez su yüzüne çıkmaya başladığı bir dönemdi. Nitekim Almanya, Brüksel’in Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünü koruma çabalarına aldırmadan, Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlıklarını tanıdı. Bu karar, Berlin hükümetinin Katolik bir blok oluşturma çabası olarak da değerlendirildi. Kimileri içinse atılan bu adım Willy Brandt’ın Soğuk Savaş yıllarındaki ‘Ostpolitik’ yani doğu politikasının bir uzantısıydı. Fransa ve İngiltere, Almanların Yugoslavya’dan kopan devletleri tanıma konusundaki aceleciliğine tepki gösterse de Avrupa Birliği’nin ekonomik açıdan örgütün motor gücü olarak görülen Almanya ile ters düşmeyi göze alamadılar. Önce 15 Ocak 1992’de Hırvatistan ve Slovenya, ardından da 17 Nisan 1992’de Bosna-Hersek, Avrupa Birliği tarafından tanındı. Yugoslavya’dan ayrılan ülkelerin tanınma süreci Avrupa Birliği’nde ortak dış politika konusundaki zafiyeti ortaya koydu. Üye ülkelerin dış politikada kendi çıkarlarını ortak çıkarların üstünde tutması halen aşılamamış bir sorun. 

Eski Yugoslavya’daki kriz sırasında gözler önüne serilen bir başka sorun ise askeri alandaki yetersizlikti. Avrupa Birliği, diplomatik alanda bir başarı elde edemediği gibi, askeri önlemler konusunda da bir rol üstlenemedi. Nitekim Birleşmiş Milletler’in devreye girmesiyle NATO, Yugoslavya krizinde ön plana çıktı ve Avrupa Birliği bugün halen bir tartışma konusu olan ortak güvenlik konusunda NATO’nun gölgesinde kaldı. Ortak dış politika ve güvenlik alanında Bosna Savaşı sırasında getirilen eleştiriler, Kosova’daki kriz sırasında da devam etti. 

Kosova’da yaşanan kriz, Avrupa Birliği’nin Balkan politikasında önemli bir kırılma anı olarak görülebilir. Zira Brüksel, 1999 yılına gelindiğinde daha önce izlediği stratejiden daha farklı bir politika izleyeceğini gösteren adımlar atmaya başladı. Çünkü Brüksel’de alınan kararlar, bölge ülkelerinde karşılık bulmuyordu. Bu bağlamda 1999’un Haziran ayında ‘Batı Balkan’ ülkelerinin reform sürecine destek vermek ve bu ülkeleri Avrupa Birliği’ne yakınlaştırmak için ‘İstikrar ve Ortaklık Süreci’ başlatıldı. Devam eden yıllarda bölge ülkeleriyle taraflar arasında bu sürece ilişkin anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmalar; mali yardımlardan, Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesine, demokratik reformlardan siyasi diyaloğun geliştirilmesine dek geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. ‘Batı Balkan’ ülkelerine üyelik vizyonu verilmesiyle, Brüksel’de alınan kararların söz konusu ülkeler için kısmen de olsa bağlayıcı olması sağlandı. Yani, Avrupa Birliği'nin ‘Batı Balkan’ ülkelerindeki etki alanı genişletildi. 

Avrupa Birliği ile ‘Batı Balkan’ ülkeleri arasındaki ilişkinin, üyelik perspektifi çerçevesinde olgunlaşmasında dönüm noktalarından biri de 2003 yılında, yine bir Balkan ülkesi olan Yunanistan’ın ev sahipliğinde düzenlenen Selanik Zirvesi oldu. Bu zirvede dönemin Dış İlişkilerden Sorumlu Avrupa Komisyonu Üyesi Chris Patten “Batı Balkanlar katılmadan Avrupa Birliği haritası tamamlanmayacak” sözleriyle Brüksel’in bölgeye yönelik orta ve uzun vadeli planlarının altını çizmişti. Ancak haritayı tamamlamak, 2004 ve 2007 yıllarında 12 ülkeyi kapsayan büyük genişleme dalgasının ardından öncelik olmaktan çıktı. Gerek birliğin içinde düştüğü ‘genişleme yorgunluğu’, gerek idari yapıda ortaya çıkan ‘reform ihtiyacı’, gerekse Euro bölgesinde etkili olan ‘borç krizi’ nedeniyle kötüleşen ekonomik tablo, Brüksel’de ‘genişleme’ başlığının geri plana itilmesine yol açtı.

Son yıllarda ise Avrupa Birliği içindeki dengelerin değişmeye başlaması ve özellikle İngiltere’nin birlikten ayrılma niyetini ortaya koyması, genişleme başlığını yeniden Brüksel’in gündemine taşıdı. Bu bağlamda ‘Batı Balkanlar’, Avrupa Birliği için yeni bir hareket alanı ve kazanılacak yeni bir mevzi olarak tanımlandı. Bu adımı atan ülkenin yine Almanya olması ise manidar. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in girişimiyle 2014 yılında başlayan ‘Berlin Süreci’, Batı Balkanlar’ın Avrupa Birliği üyeliğiyle ilgili adımları sıklaştıran yeni bir başlangıç olarak görülüyor. 2014 yılında Avrupa Birliği liderleriyle 6 Batı Balkan ülkesinin yönetimlerini bir araya getiren Berlin’deki zirve, 2015’te Viyana’da, 2016’da Paris’te, 2017’de ise Trieste’de tekrarlandı.

İtalya’nın Trieste kentindeki son zirvenin özeti, tarafların entegrasyon konusundaki kararlılıklarını bir kez daha ortaya koymasıydı. Ev sahibi İtalya’nın Başbakanı Paolo Gentiloni, ‘Batı Balkan’ ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinin geri dönülmez stratejik bir tercih olduğunu söyledi. Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ise, “Batı Balkanlar’ın 6 ülkesi açık bir şekilde Avrupa Birliği ile daha fazla entegrasyon istiyor. Bu bölgedeki nüfus, Avrupa perspektifini büyük oranda destekliyor. Biz de kapıyı sonuna kadar açık tutmakta kararlıyız. Birliğimizde her bir Batı Balkan ülkesi için iyi bir gelecek olduğunu garanti ediyoruz. Onlar doğru reformları hayata geçirdiğinde, biz de üzerimize düşeni yapacağız” dedi. Mogherini’nin kullandığı ‘doğru reformlar’ tanımı hayli dikkat çekici ve göreceli bir ifade. Çünkü bölge ülkelerinin doğrularıyla, Brüksel’in doğrularının ne derece örtüştüğü ya da örtüşeceği ciddi bir soru işareti.

‘Önce Çözüm Sonra Üyelik’ Yaklaşımı

Son üç yıl içerisinde Avrupa Birliği yetkilileri ile Karadağ, Sırbistan, Arnavutluk, Makedonya, Bosna Hersek ve Kosova liderleri ikili ve çoklu sayısız buluşma gerçekleştirdi. Brüksel’in, Türkiye’nin aşina olduğu tüm üyelik prosedürleri kuşkusuz bu ülkeler için de geçerli. Yıllık ilerleme raporları, teknik komitelerin Avrupa Birliği Komisyonu’na sunduğu tavsiye kararları vs. Brüksel, hemen her hafta farklı bir ‘Batı Balkan’ ülkesinden gelen heyetleri ağırlıyor. Taraflar, gelinen noktayı her bir ülke için ayrı ayır kurulan ‘İstikrar ve Ortaklık Konseyi’ toplantılarında ele alıyor. Avrupa Birliği Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Johannes Hahn da bölge başkentleri ile Brüksel arasında mekik diplomasisini sürdürüyor. Bu toplantılara dair hazırlanan onlarca belgeyi tek tek sıralamak yerine; bu belgelerden yola çıkarak Avrupa Birliği’nin ‘Batı Balkan’ stratejisine, Brüksel’in bölge ülkelerinden beklentilerine ve söz konusu ülkelerin Avrupa Birliği’ne bakış açılarına dair temel yaklaşımlar üzerinde durmak konunun anlaşılması için daha faydalı olacaktır.

‘Batı Balkan’ ülkelerini kapsayan alan, Avrupa Birliği’nin bugüne kadar ki genişleme dalgaları arasında en sorunlu bölge olarak öne çıkıyor. Zira bölge ülkelerinin hem kendi içlerinde hem de komşularıyla çözmesi gereken yığınla sorun var. Brüksel, bu sorunların çözümünde zaman zaman arabulucu, zaman zaman da dayatmacı bir tavır takınıyor. Avrupa Birliği’nin temel yaklaşımı, bu sorunları bölge ülkelerini bünyesine dahil etmeden, yani sorunları daha fazla ‘Avrupalılaştırmadan’ çözmek. Çözüm bekleyen sorunları ülkelere göre kısaca özetlemek gerekirse karşımıza aşağıdaki gibi bir tablo çıkıyor. 

1- Sırbistan

Dış politikada, Rusya’nın güçlü etkisine rağmen, Avrupa Birliği üyeliğini temel hedef olarak gören Sırbistan’ın önündeki en büyük sorun, Kosova konusunda yaşanan anlaşmazlık. Belgrad yönetimi, Avrupa Birliği’ne üye pek çok ülkenin diplomatik olarak tanıdığı Kosova’nın bağımsızlığını reddetmeyi sürdürüyor. Ancak, daha önce Kosova’yı Sırbistan’ın bir parçası olarak tanımlayan ve sorunun Sırbistan’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde çözülmesini talep eden Belgrad yönetiminin, son dönemlerde Avrupa Birliği’ne tam üyelik hatırına bazı geri adımlar attığı da gözden kaçmamalı. Bu açıdan, bir önceki Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton’ın yoğun çabalarıyla Belgrad ve Priştine yönetimleri arasında 2013 yılında Brüksel’de imzalanan anlaşma tarihi bir adım olarak değerlendiriliyor. Yine de iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesini öngören bu anlaşmanın işlevini tam olarak yerine getirdiğini söylemek için henüz erken. Zira anlaşmada yer alan Sırp Belediyeler Birliği’nin kurulmasıyla ilgili madde Kosova kamuoyunda, anlaşmanın Kosova’nın tanınması anlamına geldiği yönündeki görüşler de Sırbistan kamuoyunda tartışılmaya devam ediyor. Taraflar arasındaki siyasi diyalog, bu tartışmalar yüzünden tıkanmış durumda. Brüksel ise, her iki tarafa da tam üyelik için sorunun çözülmesi gerektiği yönünde baskı uygulayarak masanın devrilmesini önlemeye çalışıyor. 
 
Brüksel’in Belgrad üzerindeki etkisini anlamak açısından Bosna’daki savaş suçlularının Lahey’deki Eski Yugoslavya Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne teslim edilmesi önemli bir örnek. Bosnalı Sırpların eski lideri Radovan Karadziç ve Bosnalı Sırpların eski komutanı Ratko Mladiç, Sırbistan’daki Slobodan Miloseviç rejiminin devrilmesinin ardından sırra kadem basmıştı. Avrupa Birliği’nin müzakerelere başlanması için bu isimlerin yakalanmasını şart koşmasından kısa bir süre her iki isim de peş peşe yakalanarak Lahey’deki mahkemeye teslim edildi. Son olarak da Ratko Mladiç’in 22 Kasım 2017’de sonuçlanan davada müebbet hapis cezasına çarptırılması karşısında Belgrad yönetimi cılız bir tepki vermeyi tercih etti. Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksander Vuciç, kararın beklentiler doğrultusunda olduğunu ifade ederek, Sırp halkını geçmişe takılmadan geleceğe bakmaya davet etti. 

Savaş suçlularının mahkemeye teslim edilmesinin yanı sıra son yıllarda Sırbistan cumhurbaşkanlarının Srebrenitsa Soykırımı’nda hayatını kaybedenlerin anıldığı törenlere katılması ve Bosnalı Sırpların zaman zaman yükselen ayrılıkçı söylemlerine kulak tıkanması, Belgrad yönetiminin Avrupa Birliği üyeliği uğruna Bosna Hersek’e dair ihtiraslarından bugün için vazgeçtiğini gösteriyor. Brüksel şimdi benzer tavizleri Kosova konusunda da bekliyor. Ancak Sırp kamuoyunun buna ne kadar hazır olduğu soru işareti. Geçmiş yıllarda üstlendiği siyasi roller de hesaba katıldığında Sırbistan’daki değişimin önemli figürlerinden biri olarak görülen Cumhurbaşkanı Aleksander Vuciç bile bu konuda zaman zaman Avrupa Birliği ülkelerine sert mesajlar vermekten geri durmuyor. Sırp lider son olarak, referanduma rağmen Katalonya’nın bağımsızlığının Brüksel tarafından tanınmamasını, Kosova’daki durumla kıyaslayarak, Avrupa Birliği’ni iki yüzlülükle suçlamıştı. 

2 - Kosova

Balkanların en genç ülkesi Kosova’nın Avrupa Birliği üyeliği yolunda kat etmesi gereken uzun bir yol var. Brüksel’in Sırbistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi konusundaki baskısı, ülkedeki siyasi krizleri de tetikliyor. Son olarak 2017’nin Haziran ayında yapılan seçimlerin ardından, hükümet ancak Eylül ayında kurulabildi. Sırbistan ile Brüksel’de imzalanan anlaşmaya göre kurulması gereken Sırp Belediyeler Birliği, toplumsal tepkilere yol açmış, Kosova’daki siyasi dengeleri değiştirmişti. Priştine yönetiminin anlaşmanın nasıl uygulanacağına dair açıklamaları halen muğlak. Anlaşmaya karşı çıkanlar, ülkenin kuzeyinde Sırpların yoğun olarak yaşadığı  belediyelerin tek çatı altında toplanmasını bir nevi ‘özerklik’ olarak nitelendiriyor ve bu durumun, Kosova’yı ‘Bosnalılaştıracağını’ öne sürüyor. Cumhurbaşkanı Haşim Taçi, kurulan yeni hükümetten anlaşmanın hayata geçirilmesini istese de kendi imzaladığı anlaşmaya dair süreci hızlandıracak adımlardan kaçınması ülkedeki Sırpların da tepkisini çekiyor. Son olarak meclisteki Sırp listesi cumhurbaşkanı ile iletişimi kestiğini açıkladı. Anlaşmanın tümüyle hayata geçirilememesi, Brüksel’de de Kosova’nın üyelik sürecine dair direnci artırıyor. 

Kosova Başbakanı Ramuş Haradinay, Kasım ayı başında Brüksel’deki Avrupa Birliği ve Kosova İstikrar ve Ortaklık Konseyi toplantısına katıldı. Haradinay, Brüksel’e hareketinden önce 2018 yılında ‘aday ülke’ statüsü almak için başvuracaklarını ilan etmişti. Ancak, Kosovalı Arnavut liderin Avrupa Birliği ile ilişkilerde ABD’nin arabuluculuğu konusunu gündeme getirdiği yönündeki iddialar, Avrupa kamuoyunda rahatsızlığa neden oldu. Taraflar arasındaki bürokratik ve diplomatik ilişkiler de inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Kuruluş süreci henüz tamamlanmamış bir devlet olan 
Kosova’nın iyi işleyen istikrarlı devlet kurumlarına sahip olmaması, başta örgütlü suçlar ve yolsuzlukla mücadele olmak üzere hukukun üstünlüğü ve demokratikleşme alanlarındaki koşulları yerine getirmekte zorlanması, Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecinde öne çıkan zorluklar.

Kosova’nın önündeki bir diğer engel de bağımsızlığının halen Avrupa Birliği’ne üye beş ülke tarafından tanınmıyor olması. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi; Kıbrıs sorununa, İspanya; Katalonya ve Bask bölgesinde ayrılıkçı hareketlere, Romanya ve Slovakya da; ülkedeki Macar nüfusa emsal teşkil etmemesi için Kosova’yı tanımaya yanaşmıyor. Brüksel, bu ülkelerin Kosova’yı tanımıyor olmasının sürece engel teşkil etmediğini açıklasa da karar anı geldiğinde bu krizin nasıl aşılacağı muamma.

3- Makedonya 

Makedonya’nın Avrupa Birliği’ne tam üyeliğinin önündeki en büyük engel kuşkusuz Yunanistan ile yaşanan isim sorunu. Atina yönetimi, Makedonya adını taşıyan bir devletin Yunanistan’ın toprak bütünlüğü açısından tehdit oluşturduğunu iddia ediyor.  Üsküp yönetimi, Birleşmiş Milletler’e bile “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya” adıyla üye olabilmişti. Sorunun çözümü için Birleşmiş Milletler tarafından oluşturulan özel temsilciliğin çabaları, aradan geçen 20 yılı aşkın süreye rağmen bir sonuç vermedi. Yunanistan’ın 1981 yılından bu yana Avrupa Birliği’ne üye olması ve elinde tuttuğu ‘veto’ kartı, bu sorun aşılmadan Makedonya’nın Avrupa Birliği’ne kabul edilmesini olanaksız kılıyor. 

Ancak uzun süren bir siyasi krizin ardından 2017’de yaşanan iktidar değişimi, Makedonya’nın bu konudaki tutumunda bir esneme sağlayabilir. Ülkedeki siyasi krizin aşılmasında, Avrupa Birliği önemli bir rol üstlenmiş ve Johannes Hahn arabuluculuğunda yapılan ‘Przino Anlaşması’ erken seçimlerin önünü açmıştı. 11 Aralık 2016’da yapılan seçimlerin ardından hiçbir parti tek başına iktidar olacak çoğunluğa ulaşamayınca, ülke uzun süre hükümetsiz kaldı. Hükümet krizi 27 Nisan 2017’deki meclis baskının ardından, yine Brüksel’den gelen sert tepki üzerine aşılabildi. Sosyal Demokratların, Arnavut azınlık partileriyle kurduğu yeni koalisyon, Avrupa Birliği’ne üyelik süreci için atılacak adımların hızlandırılacağını hükümet  programının en başına koydu. Zoran Zaev hükümeti, hemen ardından da  “3-6-9” olarak adlandırılan ve üç, altı ve dokuz aylık  periyodlarda yapılacakları içeren bir reform paketi açıkladı. Bu reformların çoğu; demokratikleşme, yargı bağımsızlığı, yolsuzluk ve organize suçlarla mücadeleyle ilgili başlıklardan oluşuyor. 

Yeni hükümetin attığı bir başka adım ise; Yunanistan gibi ilişkilerin gergin olduğu bir başka komşu ülke Bulgaristan ile açtığı yeni sayfa oldu. Bulgaristan’ın Makedon kimliğini reddeden tutumuna karşın, taraflar Osmanlı’dan kopuş sürecinin başladığı ve her iki ülke tarafından da sahiplenilen İlinden İsyanı’nın yıldönümü olan 2 Ağustos 2017’de önemli bir dizi anlaşmaya imza attı. Bu tarihe kadar, Bulgaristan Makedonca’nın varlığını kabul etmediği için iki dilde yazılan belgelere imza koymuyordu. Anlaşmanın ardından iki ülke hükümetleri, 2017’nin Kasım ayında Makedonya’nın güneydoğusundaki Ustrumca şehrinde ortak bir kabine toplantısı da gerçekleştirdi. Makedonya’daki yeni hükümetin bu açılımı, Bulgaristan’ın Avrupa Birliği dönem başkanlığını üstlendiği 1 Ocak 2018’den hemen önce gerçekleştirmiş  olması da dikkat çekici. Benzer bir adımın, isim sorunuyla ilgili olarak Yunanistan ile ilişkiler konusunda da atılıp atılmayacağı merak konusu.

Avrupa Birliği açısından Makedonya’daki önemli bir başlık da azınlıkların durumu. Ülkedeki Arnavut azınlık, toplam nüfusun neredeyse dörtte birini oluşturuyor. 2001 yılında yaşanan etnik gerilim, Ohri Çerçeve Anlaşması ile aşılmış ve Arnavut azınlığa önemli siyasi haklar tanınmıştı. Buna rağmen Arnavut siyasi partilerinin talepleri devam ediyor. Yeni hükümetin, ülke genelinde Arnavutça’ya da resmi dil statüsü kazandıracak bir yasa tasarısı hazırlaması, Üsküp ile Brüksel arasında azınlıklar konusundaki beklentiler başlığında büyük sorunlar yaşanmayacağının işareti olarak görülebilir. 

4- Bosna Hersek

Bosna Hersek, Avrupa Birliği yolunda diğer bölge ülkelerinin gerisinde. Henüz ‘aday ülke’ statüsü alamayan Bosna Hersek’in önündeki en büyük engel Dayton Barış Anlaşması ile kurulan karmaşık idari yapı. Anlaşma, Bosna’da akan kanı durdururken, ülkeyi de yönetilemez bir hale getirdi. Anlaşmaya göre Bosna Hersek; Boşnak ve Hırvat nüfusun yoğun yaşadığı “Bosna Hersek Federasyonu” ve nüfusun büyük çoğunluğunu Sırpların oluşturduğu “Sırp Cumhuriyeti” olmak üzere iki entiteye ayrıldı. Ayrıca Hırvatistan - Sırbistan - Bosna Hersek sınırlarının kesiştiği noktada bulunan Brcko şehrine de özerk bir statü verildi. Bosna Hersek Federasyonu da kendi içerisinde her birinin kendi başbakanı, meclisi ve bakanları bulunan 10 kantona ayrıldı. Boşnak, Sırp ve Hırvat üyelerin bulunduğu Devlet Başkanlığı Konseyi tarafından yönetilen Bosna Hersek’te, mevcut karmaşık siyasi yapı ve üç halk arasında geçmişte yaşananlar nedeniyle herhangi bir konuda karar almak çok zor. Bu durum; Avrupa Birliği’ne yönelik uyum yasalarının hazırlanması ve onaylanması sürecinde tıkanıklıkları da beraberinde getiriyor.

Bosna Hersek’in önündeki bir diğer engel de sorunlu anayasa. Bosna Hersek anayasası sadece Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların cumhurbaşkanı adayı olmasına izin veriyor. Bu duruma tepki gösteren Roman ve Yahudi kökenli iki vatandaş, cumhurbaşkanı adaylıklarının reddedilmesi üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikayette bulunmuş ve davayı kazanmıştı. Seydiç-Finci davası olarak bilinen karara rağmen, henüz anayasa değişikliği konusunda atılmış somut bir adım yok. Avrupa Birliği, 2013 yılında, anayasanın değiştirilmesi için Saraybosna yönetimini uyarmasına rağmen, bu durumun düzeltilmemesi yüzünden, Bosna Hersek’e tam üyeliğe hazırlanması için verilen maddi yardımların yarısını askıya almıştı. Tüm bu sorunlara rağmen Saraybosna yönetimi, Avrupa Birliği vizyonundan  vazgeçmiş değil. Bosna Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi’nin Boşnak üyesi Bakir İzzetbegovic, Kasım ayında Saraybosna’da düzenlenen “Balkanlar’ın geleceği için Avrupa Birliği” konulu konferansta üyelik hedefinde bir sapma olamayacağını yineledi. İzzetbegoviç, “Hem Bosna Hersek’in hem de diğer tüm Balkan ülkelerinin geleceği Avrupa Birliği’nde. Tam üyelik; bölgede istikrar, güvenlik ve kalkınmanın sağlanması için en iyi yoldur ve bunun alternatifi yoktur.” ifadelerini kullandı. 

5- Arnavutluk

Arnavutluk, uzun bir bekleyişten sonra 2014 yılının Haziran ayında ‘aday ülke’ statüsü almaya hak kazandı. Ancak Tiran yönetiminin müzakerelere başlama konusundaki sancılı bekleyişi sürüyor. Avrupa Birliği Komisyonu, ‘aday ülke’ statüsü verilmeden önce Arnavut hükümetinden; yönetim, yargı reformu, yolsuzlukla mücadele ve temel haklar konularındaki tavsiyelerini yerine getirmesini istiyordu. 2013 yılında açıklanan Avrupa Birliği Genişleme Raporu’nda, Tiran hükümetinin bu konulardaki 135 maddeden çoğunu yerine getirdiği ifade edildi. ‘Aday ülke’ statüsünün verilmesinin ardından ise Arnavut hükümetinden beş maddelik yeni bir paket talep edildi. Bu maddeler arasında en önemlisi yargı reformu. Mevcut Edi Rama hükümetinin programındaki ilk madde de Brüksel’in ısrarla istediği bu yargı reformu. Ancak, Arnavutluk siyasetinde yaşanan sert kutuplaşma, meclisin bu konuda beklenen düzenlemeleri yapmasını geciktiriyor. Yine de hükümet, 2018 yılı içinde müzakereler için Arnavutluk’a tarih verileceğinden umutlu. 

Arnavutluk’un Avrupa Birliği üyeliğine dair kuşkulardan biri de nüfusun yüzde 90’ını Arnavutların oluşturduğu Kosova ile olan ilişkileri. Geçmişte sıklıkla dile getirilen ve bölgedeki tüm Arnavutların tek bir çatı altında toplanması anlamına gelen ‘Büyük Arnavutluk’ fikri, hem diğer bölgelerinde hem de Avrupa Birliği içinde rahatsızlığa yol açıyor. Tiran ve Priştine yönetimleri, bu rahatsızlıktan ötürü, şimdilik “Avrupa Birliği içinde bütünleşme” görüşünü benimsemişe benziyor. Ancak Kosova’nın üyelik sürecinde karşılaştığı sorunlar, bu yöndeki söylemleri sık sık yeniden gündeme taşıyor. Avrupa Birliği, 2010 yılında Arnavutluk vatandaşlarına vizesiz seyahat hakkı tanımıştı. Bölge ülkelerinden yalnızca Kosova bu hakka sahip değil. Bu durum Priştine yönetimini alternatif yollar aramaya itiyor. Kosova Cumhurbaşkanı Haşim Taçi, Arnavutluk Cumhurbaşkanı İlir Meta’nın son Priştine ziyaretinde, Kosova halkına Arnavutluk pasaportu verilmesi isteğini açıkça dile getirdi. Böylelikle, Kosova vatandaşları da vizesiz seyahat imkânından yararlanmış olacaktı. Ancak, Arnavutluk tarafı çözümün adresi olarak Brüksel’i gösterdi. Tiran yönetiminin bu tutumu, bölgede tansiyonu yükseltecek adımlar konusunda sağduyulu bir yaklaşım olarak görülebilir. Yine de Kosova-Arnavutluk bütünleşmesinin her iki ülkenin elinde bir kart olarak saklı tutulduğu da göz ardı edilmemeli. Bu kartın halen saklı tutulduğunu anlamak için, Kasım ayında iki ülkenin hükümetlerini bir araya getiren ortak bakanlar kurulu toplantısının sloganına bakmak yeterli. Söz konusu toplantının sloganı; “tek toprak, tek millet, tek rüya” olarak belirlenmişti.

6- Karadağ

Bölge ülkeleri arasında Avrupa Birliği üyeliğine en yakın olanı Karadağ. Podgorica yönetimi ile Brüksel arasındaki müzakereler beş yıldır devam ediyor. Bugüne kadar açılan fasılların sayısı 28. Son olarak geçtiğimiz Haziran ayında, ‘Malların Serbest Dolaşımı’ ile ‘Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu’ başlıklı fasıllar da müzakereye açılmıştı. Ancak geçici olarak kapatılan 3 fasıl var. Bunlar arasında en önemlisi ‘dış ilişkiler’ başlığı. Zira Karadağ ile Kosova arasındaki sınır sorunu henüz çözülebilmiş değil. Taraflar, 2015 yılında Viyana’da bu konuda anlaşmaya  varmıştı. Ancak anlaşmanın Kosova parlamentosundaki onay süreç, ülkeyi siyasi bir krize sürükledi. Kosova’nın bu anlaşmayla toprak kaybına uğradığını savunan muhalifler uzun süre kitlesel gösteriler düzenledi. Kosova Cumhurbaşkanı Haşim Taçi, bizzat kendi imzası bulunan anlaşmanın 2015’teki haliyle onaylanması için Ekim ayında parlamentoya bir çağrı daha yaptı. Ancak Kosova’daki siyasi dengeler, söz konusu anlaşmanın onaylanmasının kolay olmayacağını gösteriyor. Bu da Karadağ’ın, Avrupa Birliği üyeliği yolunda aşması gereken en büyük engel olarak görülüyor. 

Avrupa Birliği’nin Kuruluş Ve Genişleme Tarihi

Avrupa Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşlı kıtada ortaya çıkan ‘Birleşik Avrupa’ hayalinin en somut adımıydı. Birlik düşüncesi; 20. yüzyılın başında yaşanan ve Avrupa’yı yerle bir eden savaşların ardından, karşılıklı bağımlılığa dayanan bir düzen kurma ihtiyacından doğdu. Zira 1945 yılına gelindiğinde Avrupa, savaşın yıkıcı mirasıyla yüzleşiyordu. Öncelik, hiç kuşkusuz yeni bir savaşın önlenmesiydi. Ortaya atılan çözüm ise 1950 tarihli Schuman Planı’ydı. Avrupa’da savaşın sona ermesinin 5.  yıldönümünde Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman tarafından okunan bildirinin temel amacı, Paris ile Berlin’i daha önce pek çok kez silaha sarılmaya mecbur bırakan kömür ve çelik alanındaki rekabeti sonlandırmaktı. Çünkü, gerek Alsace-Lorraine gerekse Ruhr bölgesindeki maden kaynaklarının paylaşım sorunu her iki dünya savaşının da tetikleyici unsurlarından biriydi. Schuman planı ise özetle kömür ve çelik sanayilerinin tek çatı altında birleştirilmesini öngörüyordu. 

Schuman Planı’nın fikir babası; ikinci dünya savaşında müttefiklerin elindeki kaynakların doğru  kullanılmasında önemli roller üstlenen Fransız iktisatçı Jean Monnet idi. Monnet’nin yeni bir çatışma ortamının doğmaması için sunduğu öneri şöyleydi: “Kararları; Fransa, Almanya ve onlara katılacak diğer ülkeler için bağlayıcı olacak bir ‘Yüksek Otorite’ alacak ve bu yolla barışın korunması adına zorunlu olan bir Avrupa federasyonunun temelleri atılacak.” Dönemin Almanya şansölyesi Konrad Adenauer’ın da onayıyla bu önerge 9 Mayıs 1950’de Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman tarafından kamuoyuna sunuldu. Bir yıl sonra imzalanan Paris Anlaşması ile altı ülke; Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Luxemburg bugünkü Avrupa Birliği’nin temelini oluşturan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’ni kurdu. Böylece, savaşın ham maddeleri olan kömür ve çelik, artık barışın araçları oluyor; dünya tarihinde ilk defa ulus devletler kendi iradeleri ile egemenliklerinin bir kısmını ‘uluslarüstü’ bir kuruma devrediyordu.

Soğuk Savaş ile birlikte Avrupa’nın ortasına inen demir perdenin batısında kalan kıtanın büyük güçleri, kömür ve çelik alanındaki işbirliğinin ötesine geçmekte kararlıydı. Sonuçta 1957 yılında Roma’da imzalanan yeni bir anlaşmayla bu yapı Avrupa Ekonomik Topluluğu’na evrildi. Artık ekonomik alanlardaki işbirliği, kömür ve çelik dışındaki sektörleri de kapsayacaktı. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun amacı; malların, işgücünün, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaştığı bir ortak pazarın kurulmasıydı. Özellikle tarım ve ticaret politikaları başta olmak üzere ortak politikalar 1960’lı yılların sonunda yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştı.

Elde edilen başarı, topluluk dışında kalan Batı Avrupa ülkeleri açısından da dikkat çekiciydi. İngiltere, Danimarka ve İrlanda çok geçmeden üye olmak için Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvurdu. Ancak General Charles de Gaulle yönetimindeki Fransa, 1963 ve 1967’de İngiltere’nin üyeliğine karşı iki kez veto yetkisini kullandı. Çetin bir pazarlık sürecinden sonra bu üç ülke 1973 yılında topluluğun yeni üyeleri oldular. Bu aynı zamanda örgütün yaşadığı ilk genişleme dalgasıydı. Topluluk, 1981’de Yunanistan’ın, 1986’da da İspanya ve Portekiz’in katılmalarıyla güneye doğru genişledi. Böylece, üye sayısı 12’ye ulaştı.

Dünyadaki durgunluk ve mali yükün paylaşımı konusundaki iç çekişmeler 1980’li yılların başlarında Avrupa’da karamsar bir iklimin oluşmasına yol açmıştı. Topluluk, bu karamsar dönemi önüne yeni hedefler koyarak aştı. Yeni hedef ‘tek pazar’ stratejisiydi. Bu fikrin öncüsü yine bir Fransız iktisatçıydı. Jacques Delors başkanlığındaki komisyonun 1985’te hazırladığı Beyaz Kitap, 1 Ocak 1993’e kadar yaşlı kıtada bir ‘tek pazar’ oluşturmayı amaçlıyordu. 1987 yılında yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi ile topluluğun kurucu anlaşmaları da kapsamlı bir değişikliğe uğradı.


Avrupa’nın batısı ekonomik entegrasyon konusunda hızla ilerlerken, kıtanın doğusunda da taşlar yerinden oynuyordu. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla iki Almanya’nın yeniden birleşmesi ve  1991’de Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden silinmesiyle Avrupa Topluluğu’nun önünde de yeni bir hareket alanı açıldı. Tam da bu dönemde; topluluğa üye devletler bağlarını güçlendirmek için 1991’de Maastricht’te toplanan Avrupa Birliği Zirvesi’nde kararlaştırılan yeni bir anlaşmanın müzakerelerine başladı. Maastricht Anlaşması, diğer adıyla Avrupa Birliği Antlaşması, 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe girdi. Anlaşmayla 1999’a kadar parasal birliğin tamamlanmasına,  Avrupa vatandaşlığının oluşturulmasına ve ortak dış ve güvenlik ile adalet ve içişlerinde işbirliği politikalarının meydana getirilmesine karar verildi. Avrupa Birliği artık sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi bir birlik olma yolunda ilk somut adımı da atmış oldu. 

Maastricht Anlaşması ile üç sütunlu Avrupa Birliği yapısı oluşturuldu. Bu yapının ilk sütununu ‘ekonomik entegrasyon’ ikinci sütununu ‘ortak dışişleri ve güvenlik Politikası’, üçüncü sütununu ise ‘ortak adalet ve içişleri mekanizmaları’ oluşturuyordu. Maastricht’te atılan imzaların bir sonucu olan ortak para birimi Euro, 1 Ocak 2002 tarihinde resmen tedavüle girerek, 12 ülkede kullanılmaya başlandı.

Bu arada Avrupa Birliği, Varşova Paktı’nın dağılmasıyla Sovyet etki alanından kurtulan Orta Avrupa ve Baltık ülkelerini içine alacak yeni bir genişleme dalgasının hazırlıklarını da yapıyordu. Brüksel, çok geçmeden, söz konusu ülkelerde demokratikleşme ve serbest piyasa ekonomisi koşullarının oluşturulması için yaşanan geçiş sürecinin itici gücü haline geldi. Avrupa Birliği, bir yandan bu ülkeleri tam üyeliğe hazırlarken, diğer yandan da coğrafi olarak Orta Avrupa ve Baltık bölgelerine coğrafi açıdan köprü konumunda bulunan üç ülkeye daha üyelik için yeşil ışık  yaktı. 1995 yılında, Avusturya, Finlandiya İsveç'in katılımıyla, Avrupa Birliği’nin üye sayısı 15’e yükseldi.

2004 yılında gelindiğinde ise Avrupa’nın siyasi haritasını kökten değiştiren kapsamlı bir genişleme dalgası yaşandı. Orta Avrupa ülkeleri Çekya, Slovakya, Macaristan ve Polonya, Balkan ülkelerinden Slovenya, Baltık ülkeleri Letonya, Estonya ve Litvanya ile birlikte Akdeniz’deki ada ülkeleri Malta ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi birliğin yeni üyeleri oldu. Avrupa Birliği 2007 yılında, Balkan ülkelerinden Romanya ve Bulgaristan  ile 2013 yılında Hırvatistan’ı da içine alarak genişlemeye devam etti. Artık 28 ülkedeki kamu kuruluşlarında, ülke bayraklarının yanından Avrupa Birliği’nin 12 yıldızlı bayrağı da dalgalanıyordu.  Bu arada Avrupa Birliği’nin stratejik hedeflerinin değişmesi, 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması’ndan bu yana tam üyelik için bekletilen Türkiye’yi geri plana itti. Türkiye’ye yönelik yaklaşım, çoğu kez Avrupa Birliği müktesebatına dayandırılarak hukuki bir zeminde izah edilmeye çalışılsa da asıl gerekçenin Brüksel’in siyasi tercihleriyle ilintili olduğu aşikar. 

Avrupa Birliği’nde Gelecek Tartışmaları

2000’li yılların başında yaşanan son genişleme dalgalarının ardından Avrupa Birliği’nin karar alma mekanizmalarında yaşanan sıkıntılar ve Brüksel’in üzerindeki ekonomik yükün artmasıyla ortaya çıkan ‘hazmetme kapasitesi’ tartışmalarıyla birlikte birliğin yapısında reform ihtiyacını gündeme getirdi. 28 üyeye ulaşan birliğin kurucu anlaşmalarında belirlenen ‘oy birliği’ ilkesi ile hareket etmesi zor görünüyordu. Üstelik ekonomi dışında kalan alanlarda işbirliği beklenen düzeye ulaşmadı. Kısacası; Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra küresel bir aktöre dönüşmek isteyen Avrupa Birliği, siyasi konularda topyekûn hareket etmeyi başaramadı. Ortak dış politika ve güvenlik alanlarında istenilen hedeflere ulaşılamadı. Örneğin, Almanya ve Fransa, Amerika Birleşik Devletleri’nin 2003 yılındaki Irak müdahalesine ayak direrken, İngiltere beklendiği gibi Washington  yönetiminin yanında pozisyon aldı.

Avrupa Birliği’nin işleyişindeki sorunları çözmek için atılan ilk adım bir anayasa hazırlanması oldu. 2004 yılında Roma’da imzalanan anlaşmayla Avrupa Birliği Anayasası kamuoyuna duyuruldu. Ancak anayasanın onay sürecinde yaşananlar Avrupa Birliği’ndeki görüş ayrılıklarını da gözler önünde serdi. Hazırlanan anayasa, 2005’in Mayıs ve Haziran aylarında Hollanda ve Fransa’da yapılan referandumlardan geçemedi. Bu iki ülkedeki sonucun ardından Almanya, Finlandiya ve Slovakya’da halkoylaması süreci iptal edildi. Yedi üye ülke de oylama sürecini daha sonra yapılmak üzere erteledi. Referandumla onay arayışındaki başarısızlık üzerine  2007 yılında yeni bir arayış başladı ve sürecin sonunda Lizbon Anlaşması imzalandı. 2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Anlaşması ile Avrupa Birliği’nin karar alma mekanizmalarındaki tıkanıklıkların giderilmesi ve birliğin daha demokratik ve etkili işleyen bir yapıya kavuşması hedeflendi. Ancak değişen yapı, birlik içindeki huzursuzluğu gidermeye yetmedi. 

2008 yılında patlak veren küresel mali kriz, çok geçmeden bir borç krizi olarak Avrupa Birliği ülkelerini vurdu. Krize çözüm arayışları ise bugüne kadar siyasi konularda olmasa bile, ekonomi alanında başarılı bir ortaklık sergileyen birliğin başat güçlerinin arasını açmaya başladı. Almanya’nın, büyüyen ekonomisiyle öne çıkması ve bu süreçte diğer ülkelerin mali politikalarını da belirlemeye yönelik hamleleri, Avrupa Birliği’ndeki diğer önemli aktörler arasında rahatsızlığa neden oldu. 

Almanya’nın artan etkisi yüzünden Fransa’da siyasi dengeler değişti. Ortak para birimini kullanmayan İngiltere ise 2010 yılında Almanya Başbakanı Angela Merkel’in  ısrarla istediği Mali Disiplin Anlaşması’nı onaylamayı reddetti. İronik olan ise anlaşmaya itiraz eden İşçi Partisi hükümetinin Başbakanı Gordon Brown’ın bu hamlesiyle, Avrupa Birliği’ne daha mesafeli bakan Muhafazakar Parti’ye aynı yıl yapılacak seçimler öncesi kazandırdığı ivme oldu. Avrupa Birliği’nde kalınıp kalınmaması gerektiğini referanduma götüreceğini söyleyen Muhafazakar Parti lideri David Cameron 2010’daki seçimleri sürpriz bir şekilde kazandı ve böylece ‘Brexit’ oylamasına giden yol da resmen açıldı. Ancak yine ironik bir şekilde, Haziran 2016’daki referandum sürecinde Avrupa Birliği’nde kalınması yönünde kampanya yürüten David Cameron, kendi önerdiği referandumdan çıkan ‘hayır’ sonucuyla istifa  etmek zorunda kaldı. 

Brüksel ile Londra arasındaki Brexit müzakerelerinin Mart 2019’da tamamlanması öngörülüyor. Ancak henüz müzakerelerin ilk turunda yaşanan görüş ayrılıkları ve İngiltere’nin Avrupa Birliği’nin çıkardığı yüksek faturayı ödemeye yanaşmaması bu planları bozabilir. Brexit’in ekonomik ve siyasi sonuçlarını görmek için ise henüz çok erken. ‘Atlantik Avrupası’ ile ‘Kıta Avrupası’ arasındaki ayrışmanın yaşlı kıtada bugünden öngörülemeyecek sıkıntılara yol açacağını kestirmek zor değil. Geçmişte,  görünür de dahi olsa, ortak çıkarlar için birlikte çalışan güçlerin, bundan böyle kendi çıkarları için açık bir rekabet halinde olacağı kesin. Bu da Avrupa’nın çıkar çatışmalarının daha sert yaşanacağı bir alan dönüşmesini kaçınılmaz kılıyor. 

Brexit kararını sadece ekonomik gerekçelerle ve olası ekonomik sonuçlarıyla açıklamak yetersiz. İngilizlerin aldığı karar, birliğin kuruluş hedeflerinden biri olan ‘Avrupa kimliği’ için de yaralayıcı bir darbe oldu. Brexit’in ‘Avrupalılık’ kimliğini hedef alan yönünü görmek için Başbakan Theresa May tarafından Avrupa Birliği’nden çıkıştan sorumlu bakan olarak görevlendirilen ve Brüksel ile yapılan müzakereleri sürdüren David Davis’in 2005 yılında sarf ettiği sözleri hatırlamak yeterli. Davis, 3 Ağustos 2005 tarihinde The Daily Telegraph gazetesinde yayımlanan bir yazısında dönemin İşçi Partisi hükümetinden “Miadını doldurmuş çok kültürlülük politikalarını rafa kaldırmasını” istemiş ve İngiltere için ‘tek ulus’  çağrısı yapmıştı. İngiliz bakanın 2005 tarihinde kurduğu bu cümle, bugün Avrupa Birliği ülkelerinde giderek güç kazanan aşırı sağ akımların temel söylemlerinden birini çağrıştırıyor.

Türk kamuoyunda, Avrupa’da aşırı sağın yükselişini, sadece İslam ve göçmen karşıtlığı gibi kavramlarla açıklama eğilimi hakim. New York’taki 11 Eylül saldırılarının ardından başlayan süreçte İslam karşıtı bir söylemin Avrupa’da da taraftar topladığı, mülteci akını ve son dönemde yaşanan terör olaylarıyla birlikte nefret söyleminin daha geniş bir taban bulduğu yadsınamaz bir gerçek. Ancak, Avrupalı aşırı sağcıların hedef tahtasında Brüksel’in de olduğu gözden kaçırılmamalı. 2017’de Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalan aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin adayı Marine Le Pen’in seçim kampanyasında, Avrupa Birliği karşıtlığı, İslam ve göçmen karşıtı söylemlerden daha fazla yer tuttu. İngiltere’nin ayrılma kararından sonra Fransa gibi Hollanda, İtalya, Finlandiya gibi ülkelerde de Brüksel’e yönelik eleştirileriyle dikkat çeken aşırı sağcı partilerin yükselişe geçtiği görülüyor. Hatta tüm bu ülkelerdeki aşırı sağcı partiler, Avrupa Parlamentosu içinde bir araya gelerek, ‘Özgürlükler ve Uluslar Avrupası’ adı altında bir grup oluşturdu. Aşırı sağcıların Avrupa Birliği’nin mevcut yapısına bir itiraz olarak geliştirdiği ‘Ulusların Avrupası’ söylemi, birliğin kurucu babalarının ortaya koyduğu ‘Federal Avrupa’ ülküsüne karşı bugüne kadar dile getirilen en güçlü itiraz. 

Ana hatlarıyla özetleyecek olursak; ‘uluslararası’ bir örgüt olarak kurulan Avrupa Birliği zamanla ‘uluslarüstü’ bir örgüte dönüşmeye başladı. Yani zamanla Brüksel’in sözü üye devletlerinin başkentlerinin elini kolunu bağlar hale geldi. ‘Ulusların Avrupası’ görüşünü savunanlar, Brüksel’in etkinliğinin azaltılmasını talep ediyor. İkinci husus ise kimlik tartışmalarına yönelik. Brüksel, son on yıldır milli kimlikler yerine ‘Avrupalılık’ üst kimliğini öne çıkaran politikalara öncelik veriyor. Ancak aşırı sağ akımlar, bu yapay kimlik arayışı yerine milli kimliklerin yeniden güçlendirilmesini talep ediyor. Aşırı sağcılar, birliğin kuruluş amacı olan ekonomik entegrasyon konusunda da şüpheci bir yaklaşıma sahip. Hemen hemen tüm aşırı sağcı partilerin programlarında, ortak para birimi yerine milli para birimlerine dönüşe dair ifadeler yer alıyor. Aşırı sağcılar aynı zamanda Avrupa Birliği’nin Almanya tarafından domine edilmesine de itiraz ediyor. İlginç olan birlik içindeki etkinliğini giderek arttıran Almanya’da da aşırı sağın yeni bir rüzgar yakalamış olması. Almanya’da aşırı sağın güç kazanmasında, mülteci akının oluşturduğu iklim kadar zenginliğin birliğin diğer ülkeleriyle paylaşılmasına yönelik artan tepkilerin de payı büyük. 

Avrupa Birliği’nin geleceğine dair tartışmalarda Orta Avrupa ülkelerinden gelen itirazlar da önemli bir yer tutuyor. Coğrafi olarak, Rusya ve Batı Avrupa arasında sıkışan ve tarih boyunca taraf seçmeye zorlanan Orta Avrupa ülkeleri, Brüksel’deki kararların kendi çıkarları gözetilmeksizin alındığını savunuyor. Macaristan, Polonya, ve Çekya gibi ülkelerde hem aşırı sağ güç kazanıyor hem de iktidarı elinde bulunduran merkez partiler giderek aşırı sağın söylemlerine yakınlaşıyor. Tarihsel olarak Almanya’ya şüpheyle bakan ve Ukrayna krizinden sonra Rusya’ya karşı gösterilen tepkiyi de yetersiz bulan bu ülkeler, Avrupa Birliği içinde NATO ve ABD’ye bel bağlamış ‘Atlantikçi’ bir grup olarak Brüksel’den uzaklaşıyor. 

Avrupa Birliği’nin geleceğine dair soru işaretlerinin böylesine arttığı bir dönemde ‘Batı Balkan’ ülkelerini kapsayan yeni bir genişleme dalgasının başarıya ulaşıp ulaşmayacağı da sorgulanıyor. Zira mevcut üyelerine ‘Avrupalılık’ gömleğini giydirmekte zorlanan Brüksel’in, etnik vurguların halen gücünü koruduğu Balkan coğrafyasında milli kimlikleri geri plana itmekte ne derece başarılı olabileceği ciddi bir soru işareti. 

Ab’nin ‘Batı Balkan’ Politikasında Geleceğe Yönelik Riskler

Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, geçtiğimiz Eylül ayında yaptığı bir konuşmada, önemli bir tespitte bulunarak, “İstikrarın sağlanması için Batı Balkan ülkelerine yönelik inandırıcı bir perspektif sunulması” gerektiğini söyledi. Kendi sorunlarıyla boğuşan Avrupa Birliği’nin genişleme sürecini yeniden rafa kaldırması, Brüksel’in taleplerini yerine getirmek için büyük bir çaba gösteren, çoğu zaman kendi ulusal çıkarlarını bile ikinci plana iten bölge ülkelerinin yönetimlerini yeni arayışlara itebilir. Çünkü bölge ülkelerinin hükümetlerince Avrupa Birliği üyeliği için atılan her adımın toplumdan destek gördüğünü söylemek zor. Sırbistan ve Kosova arasındaki diyalog sürecinden örnek verecek olursak, ilişkilerin normalleşmesi için Avrupa Birliği’nin arabuluculuğunda devam eden görüşmeleri her iki ülkede de ‘taviz’ olarak gören geniş bir toplumsal muhalefet mevcut. Sürece olan inancın yitirilmesi, eski düşmanlıkların daha güçlü bir şekilde yeniden ortaya çıkması ve Balkanlar’ın yeniden sıcak çatışmalara dönüşmesi gibi sonuçlar doğurabilir. 

Bölge ülkelerinde yapılan kamuoyu araştırmalarının hemen hemen hepsinde, halkın Avrupa Birliği’ne üyelikten en büyük beklentisinin ekonomik refahın artması olduğu görülüyor. Ancak Avrupa Birliği’nin bugün kendi içerisinde yaşadığı siyasi buhran ve ekonomik kriz, ‘Batı Balkan’ ülkelerinin üyelik sonrası dönemde de beklentilerinin karşılanamamasıyla sonuçlanabilir. Bu ülkelerdeki pek çok kişi, Avrupa Birliği üyeliğinden sonra işgücünün kıtada serbestçe dolaşım hakkı kazanmasını bekliyor. Oysa Romanya ve Bulgaristan’ın üye olmalarına rağmen Schengen bölgesi dışında tutulması gibi formüller, Brüksel tarafından ‘Batı Balkan’ ülkeleri için de gündeme getirilebilir. Böylesi bir durum, bu ülkelerde üyelik için verilen tavizlerin sorgulanmasına, bu sorgulamaların yol açacağı derin siyasi krizlere ve dahası Balkan coğrafyasındaki küresel rekabetin daha da artmasına neden olabilir. 

Avrupa Birliği, belki de bu riskler nedeniyle, ‘Batı Balkan’ politikasında ikili bir strateji izlemeyi tercih ediyor. Brüksel, bir yandan bölge ülkelerinden kendi kriterlerini yerine getirmesini beklerken, diğer yandan da bölge ülkeleri arasında karşılıklı bağımlılığa dayanan yeni bir işbirliği süreci başlatılmasını istiyor. Söz konusu ülkeler arasında Avrupa Birliği’nin de katkılarıyla geliştirilen ortak altyapı ve ulaşım projeleri, imzalanan serbest ticaret anlaşmaları ve bir Balkan ortak pazarı kurma girişimleri bu stratejinin somut örnekleri. Ancak toplumsal hafızlardan henüz silinmeyen acıların ve kökeni tarihe dayanan asırlık sorunların, Avrupa Birliği’nin bu stratejisiyle bir kalemde geride kalacağını düşünmek fazlasıyla iyimser bir yaklaşım. Avrupa Birliği, ‘Batı Balkan’ ülkeleri için bir barış projesi olarak lanse edilse de bu ülkelerin beklentilerinin karşılanmaması bölgede yeni bir ‘Balkanlaşma’ sendromunu tetikleyebilir. Örneğin Sırbistan’da, bir dönem Balkan coğrafyasını kana bulayan ancak şimdilerde Avrupa Birliği üyeliği hatırına gözden düşürülen yıkıcı Sırp milliyetçiliği, daha da bilenmiş olarak karşımıza çıkabilir. Ya da ‘Büyük Arnavutluk’ hayalini dile getirenlerin sesleri bugünkü siyasi iklim gereği kısılsa da Avrupa Birliği’nin beklentileri karşılayamaması durumunda daha gür çıkmaya başlayabilir. 

Diğer Aktörler Açısından AB’nin ‘Batı Balkan’ Politikası

Geçmişten bugüne bölgenin kendi etki alanında kalmasını isteyen Rusya, bölge ülkelerinin bir bir NATO ve AB üyesi olmasından rahatsız. Moskova yönetiminden bundan sonra da Balkanlar’ın Avro-Atlantik kuruluşlarla entegrasyon sürecini akamete uğratacak adımlar beklenebilir. Tarihsel olarak, bölgedeki Ortodoks ve Slav halklarının hamiliği rolünü benimseyen Rusya’nın bu iddiasından vazgeçtiğini düşünmek doğru olmaz. Özellikle Ukrayna krizinin ardından Rusya ile Batı arasında yaşanan gerilim, Balkan coğrafyasında başlayacak yeni bir paylaşım kavgasının habercisi olarak değerlendirilebilir. Üstelik bölge ülkelerinin çoğu enerji konusunda büyük oranda Rusya’ya bağımlı. Oysa Batı Avrupa ülkeleri, Balkan ülkelerinin bu durumunu dikkate almadan, kendi çıkarları doğrultusunda bu bağımlılığı ortadan kaldıracak NABUCCO gibi projeleri çoktan rafa kaldırmış durumda. Kıtanın batısındaki güçlerin bu tutumu, kıtanın doğusundaki ve haliyle Balkanlar’daki ülkelerde yeni sorgulamaları çoktan başlatmış durumda. 

‘Batı Balkan’ ülkelerinin Avrupa Birliği üyelik süreci Türkiye açısından da soru işaretleriyle dolu. Türkiye; tarihi bağları bulunan Bosna Hersek, Arnavutluk, Makedonya ve Kosova gibi ülkelerin gerek Avrupa Birliği gerekse NATO üyeliğini başından beri destekliyor. Ayrıca bölgedeki diğer ülkelere karşı da dengeli bir dış politika izliyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz Ekim ayında Sırbistan’da gerçekleştirdiği ziyaret sırasında, gerek Belgrad gerekse Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı Sancak bölgesinde verilen mesajlar, Türkiye’nin tüm dengeleri gözeten Balkan politikasına en güzel örnek. Ancak Türkiye ile Batı arasındaki ilişkilerin sorgulandığı bir dönemde ‘Batı Balkan’ ülkelerin Avrupa Birliği’ne üye olması ve sözü Brüksel’e bırakması, Soğuk Savaş yıllarındakine benzer bir kopuşa neden olabilir. Hatırlatmak gerekir ki; Bulgaristan’da 1980’li yıllarda uygulanan asimilasyon ve zorunlu göç politikasının uygulayıcısı Sofya olsa da planlayıcısı bir üst merci konumundaki Moskova’ydı. Bu durumun bugünkü örneği Yunanistan. Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerde artık Atina tek belirleyici merkez değil. Başta Kıbrıs sorunu olmak üzere ikili ilişkilerdeki pek çok başlıkta bir üst merci konumundaki Brüksel daha etkin bir role sahip. Son olarak Ege Denizi’ndeki mülteci geçişleri konusunda yaşana gerilim de Yunanistan ile değil, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında imzalanan bir anlaşmayla aşılabildi. Dolayısıyla Türkiye yakın gelecekte; Saraybosna, Üsküp, Tiran ve Priştine gibi tarihi bağlarının ve sıcak ilişkilerinin bulunduğu başkentlerle olan diyaloğunda Brüksel’in beklenmedik müdahaleleriyle karşı karşıya kalabilir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin olası ilk genişleme dalgasını ‘Batı Balkanlar’ tanımıyla sınırlandırması ve Balkanlar’ın tarihi ve coğrafi bir parçası olan Türkiye’yi bu sürecin dışında değerlendirmesi de manidar. 

Ahmet Bağceci'nin dünyabulteni.com'daki yazısının tamamı için...

S
OLİTİRAZ.COM

Facebook'ta Sol İtiraz