20 Nisan 2024 Cumartesi

Devrimci Yön

Ortadoğu için Vestfalya Barışı tarzı bir barış mümkün mü?

Ortadoğu için Vestfalya Barışı tarzı bir barış mümkün mü?
20 Şubat
00:00 2018

Avrupa tarihinde yabancı süjelerin korunmasına dair mekanizmaların nasıl oluşturulduğuna dair önemli çalışmaları olan ve Freie Universität Berlin’de postdoktora çalışmalarını sürdüren değerli araştırmacı Dr. Patrick Milton ile 2017 yılı içerisinde iki kez karşılaşmıştım. Bu karşılaşmalar, Merkezi İstanbul’da olan ve benim de bir mensubu olduğum düşünce ve araştırma kuruluşu Al Sharq Forum’un, Orta Doğu bölgesinde yeni bir güvenlik mimarisinin imkânlarını tartışmak üzere düzenlediği etkinliklere Milton’u da davet etmesi vesilesiyle gerçekleşmişti. Kendisiyle yaptığım sohbetlerde, özel olarak günümüz Avrupa’sının, genel olarak da günümüz devletler sisteminin mihenk taşlarından biri olduğu şüphesiz olan Westfalya Barışı’nın, bugünün Orta Doğu’suna ilham verip veremeyeceğine dair çalışmaları ve heyecan verici fikirleri olduğunu fark ettim.

Ancak bu heyecan verici fikirlerinden bahsettiği sohbetimiz kısa kalmış, fikirlerini daha detaylı ve kapsamlı bir şekilde görebilmek için internet üzerinden geçmiş yayınlarına göz atma ihtiyacı hissetmiştim. Nihayetinde 10 Ekim 2016’da Milton ile beraber İran üzerine eserleri olan İngiliz akademisyen Michael Axworthy’nin Foreign Affairs’ta yayımladığı “A Westphalian Peace for the Middle East” başlıklı yazıya rastladım. Benim gibi devlet ve egemenlik gibi konular üzerine çalışan ve bunları Orta Doğu perspektifinden değerlendirmeye çalışan genç bir akademisyen için önemli bir yazıydı. Milton ile ilk sohbet ettiğimde bende uyanan, bu ilgi çekici fikir ve argümanların daha fazla bilinirlik kazanması gerektiği yönündeki his bu yazıyla beraber daha pekişti. Bu sebeple, bu uzun yazının doğrudan bir çevirisi olmayan ama önemli noktalarını kendi yorumlarımla not edeceğim bir yazı yazmaya ve karar verdim.

Elbette önce Westfalya Barışı’nın ne olduğunu hatırlayalım: 1618 ve 1648 yılları arasında, Avrupa’nın kalbinde, daha sonraları 30 Yıl Savaşları olarak anılacak bir dizi son derece kanlı savaş yaşandı. 30 Yıl Savaşları, her ne kadar Katolikler ile o dönemlerde güç ve taban kazanmaya başlayan Protestanlar arasındaki bir savaş olarak anılsa da madalyonun öteki yüzünde, Avrupa’da egemenliğini kuvvetlendiren monarkların Kutsal Roma İmparatorluğu’na, nam-ı diğer dini esaslı egemenliğe, karşı bayrak açması söz konusuydu. Bu yüzden sadece inançlar arasında değil, egemenlik konseptleri arasında da -farklı dış güçlerin de işin içine girip taraflara hamilik yaptığı- çetin bir savaş yaşandı. Bu kanlı sürecin ardından tarafların masaya oturup yeni dinamiklere göre tüm bu ayrılıkları bir çözüm çerçevesine sokması ihtiyacı had safhaya ulaştı. Bunu gerçekleştirebilmek adına, Avrupa’daki egemenlik anlayışının ve kamu hukuku sisteminin baştan şekillendirildiği bir dönüm noktası olarak Westfalya Barışı süreci ortaya çıktı.

Her ne kadar literatürümüzde Westfalya Anlaşması olarak adlandırılsa da esasında Westfalya Barışı, 1648’de imzalanan ve çatışmanın en önemli kısmını teşkil eden Alman safhasını bitiren iki anlaşmayla başlayan ve yıllar boyunca devam eden bir süreçti.

Ayrıca not etmek gerekir ki Westfalya anlaşması, yeni dinamiklere göre şekillendirdiği egemenlik konseptiyle bugünün ulus devlet sisteminin ve buna dayalı nice ilkenin de kaynağı olarak kabul edilir. Milton ve Axworthy, bu genel kanıya muhalefet ederek yazılarına başlıyor: Onlara göre, 1648’deki anlaşma her ne kadar Avrupa’daki modern bağımsız ulus devletlerin başlangıç noktası ve daha sonra Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını takiben Orta Doğu’ya da uygulanan bir model sebebi olarak görülse ve bölgede ortaya çıkıp günümüze dek süren kaosun sebebi olarak işaret edilse de aslında Westfalya bu ön kabullerden çok başka bir anlam ifade ediyordu.

Westfalya, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun birbirini bütünleyen ve belli monarklar tarafından yönetilen parçaları olarak kabul edilen birimlere sınırlı bir egemenlik vermişti. Bu sınırlı egemenlik, aynı zamanda, ihtilafların çözülmesi için herkes tarafından kabul edilen hukuki bir mekanizma ve Westfalya Barışı’nın ihtiva ettiği hükümlere uyulması için ortak güvenceler ortaya koyarak kolektif bir güvenlik mimarisinin oluşturulmasına zemin hazırlamıştı. Milton ve Axworthy’nin kendilerince yanlış bir algı olarak addettikleri bu algının düzeltilmesi önemlidir, çünkü bu, Orta Doğu’daki güncel çatışmalara dair anlayışı değiştirecek, dolayısıyla bunları sona erdirecek yolları bulmayı mümkün kılacaktır. Kısacası, doğru algılanan bir Westfalya, Orta Doğu için bir model, bir rehber teşkil edebilecektir.

 

 

WESTFALYA’YA GİDEN YOL

Milton ve Axworthy, Westfalya Barışı’na giden yolu açan 30 Yıl Savaşları’nın arkasındaki asıl sorunun iki düzeyde yaşanan bir “anayasal kriz,” olduğunu söylemektedir: İmparatorun imtiyazları ile prenslerin imtiyazları düzeyinde ve prensler ile kendi tebaaları arasında. Ayrışmanın temelinde ise farklı inanç grupları arasındaki haklar dengesinin nasıl sağlanacağı sorusu yatmaktaydı. Avrupa’yı saran Reform dalgasının doğurduğu neticelerin Kutsal Roma İmparatorluğu’nun mevcut statükosunu nasıl dengeleyeceğinin krizi yaşanmaktaydı.

Bu temel sorunlara binaen, Westfalya Barış üç temel kolondan oluşmaktaydı: Reforme edilmiş bir imparatorluk kamu hukuku-politik sistemi, imparatorluk düzeyinde yeni bir dini uzlaşma-anlaşma ve Kutsal Roma İmparatorluğu ile onun Avrupa’daki büyük hasımları Fransa ve İsveç arasında yapılan bir anlaşma. Bu üç düzeyde de yukarıda belirttiğimiz inanç esaslı fay hatlarının yıkıcı gücü ortadan kaldırılıyordu. Bugünün Orta Doğu’sunda en yerel ölçekten uluslararası ölçeğe kadar farklı katmanlarda etkili ancak birbirine de son derece bağlı olan fay hatlarını düşününce, aynı anda tüm bu katmanlara hitap eden bir çözüm çerçevesinin geliştirilmiş olmasının ne kadar önemli bir örneklik teşkil ettiği anlaşılabilecektir. Aynı zamanda, Westfalya’nın üç düzeyde birden aynı sorunun farklı ölçeklerdeki yansımalarını çözmeye talip olması, yapılan anlaşmaların uluslararasılaşmasını ve Avrupa düzeyinde geçerli olmasının anahtarıdır. Westfalya, o zamana kadar emsali görülmemiş ölçekte yaygın bir etkiye sahiptir.

Westfalya Barışı sürecinde diplomasi kanallarının zorlanması, Avrupalıların diplomasi zemininin faydalarını ve ortak kazanımlarını keşfetmesini de sağlamıştır. Bilhassa, diplomatlar ve temsilciler kanalıyla yayılan gayriresmi bilgilerin oluşturduğu yapıcı atmosfer her bir tarafın belli bir tatmin duygusuna sahip olmasını ve dolayısıyla sürecin kalıcı bir başarıya ulaşmasını sağlamıştır. Öyle ki 1650’li yıllara girilirken oluşan bu atmosfer, Avrupa’da kamuoyunu etkisi altına almış ve 3. Ferdinand gibi muktedir imparatorlar dahi bu sürece dâhil olmamayı göze alamayacak duruma gelmiştir. 
Elbette, Westfalya ile birlikte kamu hukukunun temel noktaları (bilhassa bu gün anayasal diye niteleyebileceğimiz çerçevede) hususunda önemli yenilikler yapılmış ve bu değişiklikler güç dengelerini de değiştirmiştir.

Bu değişimlerden en önemlisi, monarkların kendi topraklarında ve diğer monarklarla yahut diğer devletlerle yürüttükleri politikalarda Kutsal Roma İmparatoru’ndan otonom bir egemenliğe sahip olduklarının tanınmasıydı. Bugün için ulus devletlerin başlangıcı diye referans gösterilen asıl mesele budur. Kutsal Roma İmparatoru ise böylesi bir egemenlik tavizini, monarkların 30 Yıl Savaşları’nda olduğu gibi bir daha İmparator’u hedef alan ittifaklara giremeyeceğinin anlaşmalar dâhilinde garanti altına alınması ile kabullenmiştir. Ayrıca, kâğıt üstünde monarklar hâlâ İmparatorluğa bağlı kalmaktaydı ve İmparator’un monarklar üzerinde yüksek yargısal merci niteliğinde bir otoritesi olacaktı. Nitekim bu durum, bugünün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni (AİHM) hatıra getirmektedir.

İkinci önemli değişim ise inanç grupları arasında süregiden silahlı ve şiddetli çatışmaları durduracak şekilde yeni ve etkili bir hukuki zeminin yaratılmasıydı. Her şeyden önce, bir Protestan grubu olan ve önceki on yıllarda büyük eziyetlere uğrayan Kalvinistler resmen tanınmıştır ve hâliyle onların talepleri de yönetimleri tarafından dikkate alınmaya başlamıştır. Daha dikkat çekici olanı ise, monarkların kendi tebaalarına kendi inançlarını dayatması âdetinin ortadan kaldırılmış olmasıydı. Yani bir prens din yahut mezhep değiştirdi diye tebaanın da doğrudan buna zorunlu kılınması gibi bir uygulama ortadan kaldırılmıştır. 

Bir başka çarpıcı değişim ise Reichstag gibi temsili kurumlarda farklı inanç gruplarının o grubun haklarını savunacak temsil gruplarının olması ve sırf çoğunluğun talebi gerekçesiyle inançsal konularda sahip olunan haklara dokunulamayacağı kabul edilmiştir. Şahsen, son hususun bunun devrimsel bir adım olduğunu düşünüyorum.

 

ORTA DOĞU’NUN BUGÜNÜ İLE WESTFALYA ARASINDAKİ BENZERLİKLER

Milton ve Axworthy, Westfalya Barışı’nı yaşayan Avrupa ile günümüz Orta Doğu’sunun arasında farklılıkların olduğunu kabul etmekle birlikte kaydadeğer benzerlikler olduğunu da belirtmekte ve bunları şu şekilde sıralamaktadır:

Uzun ve yoğun bir çatışma ortamının mevcudiyeti
İhtilâfların son derece karmaşık, politik ve dini taleplerin iç içe girmiş olması 
Geçerli kamu hukuku çerçevesine, yani anayasal çerçeveye dair krizlerin yaşanıyor olması
İç isyanların oldukça etkili olması
Dış güçlerin müdahalesi
Silahlı tarafların dini karakterlerinin öne çıkıyor olması
Çok kutuplu bir ortam
Farklı monarşik yönetimler arasında rekabetin olması

Yeni teknolojilerin rolü (Westafalya dönemi matbaa iken bugün internet teknolojisi)
Büyük ölçekli insani trajedilerin yaşanmış olması (Günümüz Orta Doğu’suna dair çok bir şey söylemeye gerek yok. 17. yüzyıl Avrupa’sı için ise Westfalya öncesi Almanya’sında nüfusun üçte birinin zayi olduğu örnek verilebilir)

Orta Doğu’daki çatışmanın merkezinde Suudi-İran ve paralelde Sünni-Şii çatışması yatmaktadır. Sünnilerin temsilcisi rolünde 17. yüzyıl Habsburg ailesi misali Suudi ailesi vardır. Diğer tarafı temsilen ise İran. Bu sebeple, bu aktörlerin masada oturması sağlanmadan kalıcı bir adım atılamaz ve Suudi Vahhabiliğinin kontrol altına alınması Orta Doğu’nun geleceği açısından kritiktir.

Bu son maddede ciddi eksiklikler olduğunu düşünüyorum. Evet, Selefiliğin Orta Doğu’daki etkisi hissedilir bir şekilde artıyor ve Suudi Arabistan’ın bu eğilime geniş bir maddi-manevi destek sunduğu tartışmasız bir gerçek. Evet, İran da buna karşı önemli bir ekseni oluşturuyor ve yayılmacı –şu zamana kadar da hedeflerine ulaşmış gibi gözüken- bir politika yürütüyor. Sonuç olarak, iki tarafın arasında yaşanan politik-dini arka plâna sahip çatışmanın Orta Doğu’nun bugün yaşadığı krizin kalbinde yer aldığı reddedilemez bir gerçek. Ancak Suudilerin tüm Sünni ekseni temsil gücüne sahipmiş gibi konumlandırılması, ayrıca Orta Doğu’da söz konusu iki tarafın dışında ağırlık merkezi oluşturan farklı tarafların varlığının denklem kurulurken yeterince hesaba katılmaması büyük eksiklikler olarak gözüküyor.

 

“ORTA DOĞU’NUN WESTFALYASI” NASIL DOĞABİLİR?

Milton ve Axworthy’e göre, Avrupa’daki Westfalya deneyiminden çıkarılacak asıl ders şudur: Bölgedeki tüm birincil aktörlerin bir araya gediği, çok taraflı bir konferans ya da kongrenin yapılabilmiş olması. Katılımcı listesi, belli baltalayıcı unsurlar dışarıda bırakılabilirse de (o gün için Habsburglara isyan eden sürgündeki gruplar bu kategoriye örnek verilirken bugün için de DAEŞ örnek verilmektedir) olabildiğince kapsayıcı olmalıdır.

Ayrıca tüm katılımcılar esnek müzakerelere ve yeni bir diplomatik zemine hazır hissetmelidir. Elbette bunun için de tarafların asgari ölçekte de olsa ortak bir güvene sahip olması, ayrıca güvenlik endişeleri konusunda diğer taraflara şeffaf olması ve dolayısıyla herkesin kalıcı bir barışa ulaşma hedefini güttüğünün belli edilmesi gereklidir.

“Üçüncü bir tarafın” önemi de büyüktür. Westfalya tecrübesinde görüldüğü kadarıyla, barış ancak dış garantörlerin, anlaşmaya taraf devletlerin üzerinde kendi halklarına bu anlaşmanın gereklerine uygun muamele ettiklerine ve tek taraflı ihlâller yapmadıklarına dair bir zorlayıcı/denetleyici güç olarak yer almasıyla mümkün olmuştur. Westfalya bu bakımdan yaratıcı bir dış garantörlük sistemi geliştirmiş ve hem Kutsal Roma İmparatoru’nu hem monarkları hem de dış garantörleri denetim mekanizmasına dâhil eden, böylece bu bileşenlerin birbirini dengelediği kolektif bir güvenlik mimarisi oluşturmuştur.

Ayrıca dış garantörlerin, değişen güç dengelerine göre esnekliğe sahip olması da mümkün olmuştur. Örneğin, Wetfalya’nın iki büyük dış garantöründen biri olan İsveç zamanla güç kaybedip yaptırım gücü azalınca, yükselen güç Rusya denklemde onun yerini alabilmiştir. Yazarlar, Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier’in yazının yazıldığı dönemki beyanatlarından birinden alıntı ile, Orta Doğu nezdinde bu rolü Avrupa devletlerinin yahut tüm Orta Doğu devletlerini bünyesinde bulunduran Birleşmiş Milletler’in (BM) oynayabileceğini ima etmektedir. Ancak askeri bir yaptırım gücünün de üçüncü tarafların garantörlüğünün gerçekten etkili olması için gerekli olmasından ötürü bu zorlama/denetim mekanizmasının bölgesel güçlerin katkısıyla oluşturulabileceği belirtilmektedir. Nitekim Türkiye’nin de adı bu noktada zikredilmektedir.

Bir diğer önemli husus ise Westfalya’daki müzakereci tarafların müzakere masasında oturmak için ille de kalıcı bir ateşkesin sağlanmasını önkoşul olarak beklememiş olmalarıdır. Bilhassa bu hususun bugünün Orta Doğu’su için çok önemli bir örneklik teşkil ettiğini düşünüyorum.

Orta Doğu’da müzakere edilecek herhangi bir anlaşmanın bölgedeki geleneksel din, hukuki ve milli yapıların dikkate alınması ile inşa edilmesi gereklidir. Westfalya tecrübesi, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun anayasal çerçevesini bu hassasiyetle yenileyerek başarıya ulaşmıştır. Örneğin, monarklara sınırlı bir egemenlik verilmesi fakat bu monarkların tebaalarının haklarını korumak üzere yüksek bir yargı otoritesinin de tesis edilmesi, söz konusu dengenin nasıl kurulabileceği konusunda önemli bir emsaldir. Aslında yazarların söylemeye çalıştığı şey, Orta Doğu’daki mevcut devletlerin egemenliklerinin muhafaza edilmesi ancak bölgede ulusalüstü bir yargı mekanizmasının kurulmasıdır.

Westfalya sonrasında Kutsal Roma İmparatorluğu’nun yetkisi dâhilinde kurulan iki yüksek mahkeme, Westfalya Barışı’nın kalıcılaşmasında büyük önem arz etmiştir, çünkü bu mahkemeler hem Katolik hem de Protestan yargıçlara yer vererek farklı inanç gruplarının güvenini kazanabilmiştir. Böylece yargı, şiddetli ihtilâflar yerine bir seçenek hâline gelmiştir. Milton ve Axworthy, bu hususta, Orta Doğu’da böyle bir yüksek yargı yapılanmasının olmadığını ancak hâlihazırdaki Birleşmiş Milletler yargı organlarının bu görevi icra edebileceğini söylemektedir. Milton ve Axworthy’nin bu önerisi, belki geçiş süreçlerinde etkili olabilir ancak nihai bir durumda bana yetersiz gelmektedir. İdeal olanın, AİHM gibi, bölgenin kendine özgü yapılarını üretmesi olduğunu düşünüyorum.

Bir diğer önemli nokta ise, Westfalya, inanç gruplarının arasındaki yerel ve uluslararası dengelerin tekrar kurulduğu -yazarların deyimiyle- “normatif bir yılın” ardından pratiğe geçmiştir. İmparator’dan monarklara kadar her yetki bölgesinde, Westfalya anlaşmalarında öngörülen hakların en azından asgari düzeyde temin edileceği şekilde yeni düzenlemeler yapılmıştır. Dolayısıyla, Orta Doğu’da kapsamlı bir uzlaşmaya varılması durumunda üzerinde anlaşılan normların sahaya aktarılacağı böyle bir dönem gerekecektir.

DENİZ BARAN’IN DUNYABULTENİ.NET’TE YER ALAN YAZISININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN...

SOLİTİRAZ.COM

 

Facebook'ta Sol İtiraz