28 Mart 2024 Perşembe

Devrimci Yön

Sen de kimsin be! Dünya İnsan Hakları Günü manzaraları

Sen de kimsin be! Dünya İnsan Hakları Günü manzaraları
10 Aralık
00:00 2018


Vay ki vay... “Sen de kimsin’” denmeye başlandı kamuda yasalara uygun görev yapan herkese.

Yılın son ayında gün on oldu yine ve bu tarih dünyada Dünya İnsan Hakları Günü.

Kalmış gibi... Yaşanmış gibi...

Bir umut... Belki yaşanır diye...

Hâlâ bir umut... Yaşansın diye. 

İnsan insan olduğunu hiç unutmasın da insanı yaşatsın diye yazdım.

Yazmıştım geçen yıllar da yazdıklarımı bir araya getirdim işte.

Hava soğuktu. Ama temizdi diye başlamış, aşağıdakileri yazarak devam etmiştim üç yıl önce.

Bugün yine sokağa tek başına çıkabilme hak ve özgürlüğümü kullandım. (Bazı ülkelerde yok.)
Yanımda bir erkekle gezme ya da kara çarşafa girme mecburiyetim yoktu. (En azından yasalarımızda, henüz, yok!)  Eşim ya da oğlumla gezebilme keyfim, mutluluğumdur, yarınlarımda da aynı olması, ömrün sonuna dek sürmesi o keyfin tüm dileğim ama, tek gezebilme özgürlüğümü de sahiplenirim.

Otobüse tek başına bindim, yanıma iteler mi filan diye endişe etmeden bir erkek cins oturabildi.
(O da henüz fiilen ya da yasa ile yasaklanmadı- ama pembe otobüs çığlıkları da çoktan yayılıyor, unutmayalım.)

Başka zamanlarda dikkat ederim; kimileri sadece çarşaflıya yer verir ve ben kalksa da yerini verse diye kimsenin başına dikilmem oturacak yer yoksa... Kimi zaman üç kişilik yerde en kenara oturmasa bile yayılarak oturan o kara çarşaflının yanına oturamaz hiçbir erkek cins... Bu mahalle baskısının dibidir, zihniyetinin ne olduğu önemsizdir orda o karşı cinsin. Bir erkeğin kalktığı yere oturmayan çarşaflı bile gördü bu gözler, nedeni her ne ise! Neyse!

Bankada işimi kendim gördüm, eczanede alışverişimi kendim yaptım, güzelliğin değil ama bakımın önemine inanırım, onu da yaptım, keyifle. Adliyede arkadaşlarımı ziyaret ettim. Kızlı-erkekli sohbet ettik ve hiçbirimiz de aman da ne derler diye düşünmedik, mutluyduk.

İnsan hakları günümüz kutlu olsun. Kutlayabildiğimiz için mutluyum.

Bu kutlanır mı demeyin sakın; bunları yapabilme hak ve özgürlüklerimiz de yavaş yavaş gidiyor avucumuzdan ve belki de dur diyemeden, dediğimiz umursanmadan... İçimizdeki işbirlikçilerin eylemleri, söylemleri, davranışları ve kabullenişleri yüzünden. Bilinçsizce yapanların aymazlıkları yüzünden...

İşkence yasak, zalimane her davranış yasak... Bunların yapılması suç, cezası evrensel dünyada zaman aşımına uğrayamaz. Bizde de öyle çoğu, henüz suçluların hepsi yakalanmasa da yargılanmalar sonuçlanmasa da.

Ama şu minicik sevinçlerimizi yaşayabildiğimiz dünyada yaşamayı sürdürebilirsek ancak suç olan o diğerleri yaşanmasın diye, önlensin demek için sesimiz çıkabilir, kapatılırsak eve, kalın duvarlar arasında kalacaktır sesimiz, kimseler duymaz...

Susmayın, bugün en küçük özgürlüğünüzün kısıtlanmasına karşı direnin... Kendiniz için, kızınız için, oğlunuz için, eşiniz için...

Çünkü ilerde hiç tanımadığı bir kadının yanına oturdu diye suçlanabilir oğlunuz ya da kocanız... Kızınız tek başına çıktı diye taşlanabilir sokaklarda.

Hoş görmeyin işbirlikçileri. İyi niyet ile döşeli cehennemin yolu, öncelikle bu dünya cennetimiz bizim, önce burada yaşayalım, sonra varsa diğerine de zaten biz gideceğiz... Huri, Nuri olmadan gideceğimizi umalım...

Günümüze ‘yavaş ısıtılan kurbağalar misali’ geldik demiştim sonraki yıl.

Daha geçen haftaydı seçme ve seçilme hakkımızın Atatürk ve TBMM’si tarafından bize verilişinin yıl dönümü… O zaman da yazmıştım bize dünyadan önce verilen haklardan elimizde kalanı korusak yeter. Oysa koruyamadık, içimizdeki katkı veren hemcinsler olmasa bir tekini bile alamazdı erkekler.

Artık gel de karşı çık yapılanlara! Hemen sorgu-sual başlar.

“Sen de kimsin?!” der en yukarılardan haykıran ses. Biz halkız oysa. Biz anayasamızda yazılı o halk.

”Biz kolay mı geldik bugüne? Tek tek, ince ince işleyerek beyinleri daha yenice geri aldık, yedirir miyiz size biz o hakları?” der vücut dili, hâl dili, sesi ve öfkesiyle…

Hem de nasıl bir sorgu, tepeden aşağıya, suçlaması içinde olan!

"Yoksa sen ‘Müslüman’ değil misin?" sorusu ile başlar ve birden tüm inancı, inançsızlığı sorguya çekiliverir insanın... Başka din değil, inançsızlık değil de ‘Müslümanlık’ bu ülkede anayasada yazılı ayrımcılık yasağına ve laiklik ilkesine rağmen mecburiyetmiş gibi... İnandıkları tanrı insana inanma yanında inanmama hakkını da vermemiş, kendini inkarı dahi hoş ya da öngörmemiş gibi.

Hiç beklemediğimiz insanlar farkına varmadan dini söylemler kullanmaya başlar. Muktedirin tüm yaşamı dine göre dizaynının bir parçası olduğunun farkına bile varmadan 'hayırlı cumalar!' dilemeye başlar, her yazısında “Amin!” dedirtecek kadar dua ağırlığı ile mistisizm yayar.

Bilinçle yapanlar da zaten amacına odaklı.

Şu sanal dünyada onca dini kavramı araç olarak kullanan ve gerçekte kim olduğunu bilmediğimiz yüzlerce, binlerce insan var... Hz. Muhammed isimli kaç profil var merak edip bakan var mı sanal dünyadaki ortamlarda? Allah adını almış kaç profil, hem de her dilden...

Bu profiller asla mümkün olamaz diye düşünen kaç kişi çıkar acaba?

Yanıtım kocaman bir hiç.  

Güya dini -eylemle ya da yasalara yazarak-koruyorlar ama bunları -şirk saymadan- kullananları görmezden geliyorlar. Gel de inan şimdi samimiyetlerine!

Şikâyet bile edilmiyor o profiller, paylaşımları, uyduruk fotoğraflı yazıları ise elden ele...

Ölü yazar çizerler için hayran sayfası açanlardan söz etmiyorum bakın. Gerçi onlar bile adını aldığı insana saygı duysa açıklama yazar o profile. Çünkü tanımayan sevdalıların yaşıyor sanmasına neden oluyorlar, ya da uyduruk sözler yayıyorlar o kişiye ait olmadığını bile bile... Reklâm geliri kazanmaktan başlayıp tüm ülkedeki kişileri belirli amaçlarla takip ve izleme ve fişleme amaçları da var tabi açık ya da gizlide…

Oysa biz ibadet ve kabahat de gizli diyen bir gelenek ve kültürün insanlarıyız...

Göstererek yapılan sadece gösteriştir çünkü başkaca bir amacı yoksa...

Günümüzde din duygularını sömürenler artık gizlenemez pervasızlıkta. Yaşamda din sömürüsünü öyle ya da böyle normalleştirme amacı ile görevli ve bundan maddi kazanç sağlayan sömürgenler de cabası...

Yani kara çarşafa bürün, evinde okuma toplantıları organize et, gelmeyeni sorguya çek...

Dışla komşuluğundan evine kapanmıyorsa... Senin uyduruk tarikatına kapılmıyorsa…

Kes ardından, gıybetini yap... Okumuş da olsan  yap, farkın kalmasın cahille.

Sevgili ülkem, biz zavallı kurbağalar kazandan sıçrayamayacak hale gelmeden ateşi söndürmeli...

Ağır yanıklarımızı tedavi etmeliyiz.

Her kurbağada kurtulma refleksi vardır, olmalı, ama kimimizi öyle uyuşturuyor ki korkular ve baskılar, çıkmak istese de çıkamıyor artık. Çünkü biliyor ki bunca baskı sonunda zıplasa da düşeceği yerde onu yok etmeye hazır cihatçı zihinler dolu...

“Önceleri düşündüğüm şey özgürce dışarı çıkabilmek, ya da dışarı çıkabilme özgürlüğümüzdü” demiştim önceki yıl.

Tek adamlık özlemi ve elbette yardakçıları ile dünü aratacak günlere geldik yine...

Çünkü geçen yıldan bu yana sadece büyük kentlerde-patlamalar ile-ölen-öldürülen insanımızı düşünmek bile dehşete düşürür başka bir ülkede normal yurttaşı...

Bizim ülkemizde lanetleme, kahretme ile geçerken günler, arada değerli malı kapıp kaçan da…

Atı alan Üsküdar’dan bu yana...

Tanrım! Orada mısın?

Ünsal Çankaya

SOLİTİRAZ.COM

Facebook'ta Sol İtiraz