26 Aralık 2024 Perşembe

Devrimci Yön

Solda 'Kimlik Siyaseti' bunalımı / Durmuş Tiryaki

Solda 'Kimlik Siyaseti' bunalımı / Durmuş Tiryaki
01 Eylül
00:00 2019

                                                  

Türklerin Anadolu'daki varlığını hazmedemeyenlere, en azından "kibarca" tartışma konusu yapanlara ithafen bir alıntı ile başlamak istiyorum. Bundan önce solumuzun köksüzlüğünün, çarpık tarih anlayışının ve "kimlik"çiliğinin ağır sonuçlarının, vahşi baskı ve fiziki kıyımlardan çoğu kere dimdik çıkmasını başaran Türkiye devrimci hareketini, marjinal kıyılara ittiğini, suya-sabuna dokunmadan, karnından konuşarak ya da nabza göre şerbet vererek idare-i maslahatçı bir ruh haline bürünmesini tetiklediğini belirtmeliyim.

"Avrupa'nın bugünkü nüfusları, çeşitli dilleri, gelenekleri, kültürleri ve siyasal kimlikleriyle göç dalgalarının sonuçlarıdır. İlk önce muhtemelen Hint-Avrupa olarak bilinen dilleri konuşan insanlar  geldiler ve Yunanistan'ın, Balkanların ve İtalya'nın yerli nüfusunu özümseyip onların yerini aldılar. Bir diğer Hint-Avrupa halkı olan Keltler sıradaydı; M.Ö. altıncı yüzyılda bugünün Çekoslovakya, Avusturya, güney Almanya ve İsviçre'sinden İrlanda'ya kadar, yerli Avrupa halklarını geriye iterek, özümseyerek ya da köklerini kurutarak, sadece güney Fransa ve kuzey İspanya'daki Basklar sağ kalana dek yayıldılar. M.Ö. birinci yüzyıldan itibaren, Germen halkları Keltleri Ren'in doğusundan itmeye başladılar; fakat Germenlerle Keltler farklı bir istilayla karşılaştılar: Küçük Asya ve Afrika'nın yanı sıra Avrupa'nın da büyük bir kısmını fethedip Romalılaştıran, genişleyen Roma İmparatorluğu... Üçüncü yüzyılda Germen ve Orta Asya halklarının yeni göçleri başladı ve sonun da Roma idari sistemini bir bağımsız krallıklar mozaiği ile değiştirdiler. Doğu'da Slav grupları Alplere, Karpat Havzası'na , Balkanlara ve Yunanistan'a girdiler. Birinci bin yılın son büyük nüfus hareketi, Macarların Tuna ovalarına, İskandinavların da Normandiya'yla kuzey İngiltere'ye gelmeleriyle gerçekleşti. Her ne kadar pek çok araştırmacı 'Kavimler Göçü'nü birinci bin yılın sonu ile bitirse de, nihai aşama aslında Türk halklarının on üçüncü ve on altıncı yüzyıllar arasında Yunanistan ve Balkanlara ulaşmasıydı."  (P. J. Geary, ULUSLAR MİTİ VE AVRUPA KİMLİĞİ, ÇEV. Çağdaş Sümer, Yazılama Y. İst. 2017 s. 19-20)

Buraya Milattan Önceki yüzyıllarda Makedonyalı Büyük İskender'in Mısır Seferini, Kartacalı Hanibal'ın Roma'ya yürüyüşünü, Milattan Sonraki yüzyıllarda “Tanrının kırbacı” Batı Hun İmparatoru Atilla’nın Roma’nın kapılarına dayanışını,  Haçlıların Doğu savaşlarını, Britanyalıların Latin Amerika'yı istilalarını bilhassa ekleyebiliriz.

Bugünkü coğrafyalarında iskan eden ülkelerin/halkların çoğu dün aynı topraklar üzerinde değildi. Öncekileri kurutarak ya da özümseyerek yerleştiler. Tarihin çok yoğun bir göçler ve fetihler çağına sahne olduğu anlaşılıyor. Fethin ekonomi-dışı zorla, savaşla gerçekleştiği çağda sembolik silahı kılıçtı. Kılıç'ın her zaman haklıyı değil, ama hep güçlüyü kazandırdığını biliyoruz.  Anadolu tarih boyunca dört bucak savaşlardan ve/veya kıtlık, kuraklık gibi doğal afetlerden kaçan kavimlere; Balkanlar'dan, Kafkaslar'dan, Orta Asya'dan, Kırımdan, Mezopotamya'dan, Ortadoğu'dan halklara kucak açmış bir coğrafyadır; halen de aynıdır. Bu coğrafyanın dostu olmak mandacılığı ret ile başlıyor.  

Türklerin Anadolu'ya gelişlerini tarihi bir nefretle ananlar için düştüm bu notu. Türklerin Anadolu'yu yurt tutuşlarından önceki Türk kavimlerini, eski çağlar ön-Türk uygarlıklarını bu yazının kapsamı dışında tutuyorum, kendimi biraz daha özel bir konu ile sınırlamak için. Türkler Anadolu'ya geldiklerinde Bizans (Doğu Roma) ile savaştılar. Bizans, 1045 yılında Ermeni devletini ortadan kaldırmıştı. 1071 Malazgirt zaferinde, Bizans ordusundaki Peçenek ve Uzların saf değiştirmesi ile yerel halktan Kürtlerin, Ermenilerin Sultan Alparslan'a yardımlarının payı vardır. Yavuz Sultan Selim'in İran ve Çaldıran savaşlarında en büyük destekçisi Kürt feodalleriydi. İdris-i Bitlisi ile işbirliğinin Doğu’nun fethindeki rolü tarihi önemdedir. 1.Dünya savaşı öncesi Ermeni tehcirindeki en aktif unsurlarda yine Kürt aşiretleriydi.

Geçerken başka bir bağlamda belirtmeliyim ki dinci, despot, işbirlikçi AKP düzeninin (“kullanışlı aptal”  liboşların deyişiyle 2. cumhuriyetin) kurucu kuvvetlerinden biri, en azından 2015'e kadar, örtük biçimde Kürt siyasi gericiliği olmuştur. Siyaseten omurgasız AKP her şeye takla attırmakta ustadır; dün Fetullah cemaati, Asker partisi, Kürt hareketi derken bugün stepne MHP ve başka cemaatlerle gizli- açık koalisyonlar sayesinde ömrünü uzatmaktadır. Gericiliğin gericilikle ittifakı her kritik eşikte değişik kombinezonlarda yinelenerek devam etmektedir. Bunun en yakın kanıtı; AKP, çevirdiği entrikalar geri tepip, alternatifin niteliğinden tamamen bağımsız biçimde, büyük aydınlanma duvarına çarpınca kaybettiği İstanbul belediye seçimlerini, “milli irade” edebiyatını da utanmadan çöpe atarak, yenilen pehlivan güreşe doymazmış hesabı 23 Haziran 2019'da zorla yeniletince; Kürt-İslam sentezcisi bir kısım Kürtlerin "halk önderi" payesi verdikleri, "barış ve demokrasi" savacısı ve eş başkan kategorisindeki bir kısım Kürtlerin de "mutlak başkan" postuna oturttukları A. Öcalan'ın cezaevinden yazıp seçim arifesinde kamuoyuna açıklanan mektupla ilettiği; üstelik de toplumu Kürt davası üzerinden hayasızca kamplaştıran ve terörize eden Siyaset Bloğunun koçbaşı AKP'ye pişkince destek içeren tarafsızlık(!) çağrısı'dır.            

“Resmi tarih”i eleştirme adına her kötülüğü Türklerin üzerine yıkmaya çalışan, mütemadiyen rövanşist duyguları besleyen "yüzleşme" papağanları bu ipuçlarından nasıl bir sonuç çıkartırlar bilemiyorum. Amacım Kürtlerin seceresini dökmek, kusur bulmak değil, yakıcı ve kanayan bir sorunun istismarından "rant" sağlayanların teşhirine yönelik kayıtlara bakmak, halklarımızın köklerindeki kader birliğine dikkat çekmektir. Türklerin Anadolu'yu yurt tutmaları analarının ak sütü kadar helaldir. Anadolu'ya gelişinden dolayı mağduriyetler yaşanması ileri sürülerek Türklerin suçlanması, mahkum edilmesi asla kabul edilemez. Kaldı ki, Türklerin girişi Anadolu halklarına bir meydan okuma, imha, inkar şeklinde olmamış, Bizansı bir meydan savaşında- maalesef her savaş gibi trajik doğasının dışına  çıkamaksızın-  yenerek ve yerli halktan büyük bir sevinç toplayarak gerçekleşmiştir. Örnek olsun, Ermeniler "millet-i sadık", Kürtler kardeş mertebesinde değer kazanmıştır. Ta ki 19. Yüzyılın sonlarına doğru zedelenmesine ve 1. Dünya Paylaşım Savaşı ile Kurtuluş Savaşı yıllarında kopmasına kadar...     

Doğrusu benim "yüzleşme" diye bir gündemim yok; daha doğrusu yüzleşmeden, egemenlerin hesap vermesini anlıyorum, ötesini fantezi görüyorum; ömrü billah ezilmiş, sömürülmüş, muhalif yaşamış sosyalistler için, emekçi halk için "yüzleşme" bir burjuva ikiyüzlülüğüdür. Bu cümleden olmak üzere, Türklere tarihi ile yüzleşme dayatan devletlere aynaya bakmalarını öneririm. İddiam o ki, kıyas kabul etmez şekilde tencere dibin kara manzarası ile karşılaşacaklardır.    

Yeryüzünde tek ırka, tek dine, tek dile dayalı nadir ülke vardır, bunların en meşhuru İsrail'dir. İsrail, gerek sivil halk katında gerek resmi yönetim katında türdeş bir topluma dayalı monolotik bir devlettir, aynı zamanda. Modern milletlerin büyük çoğunluğu çeşitli halklardan, etnik gruplardan, dinsel topluluklardan meydana gelmiştir. Eğer tek başına dil, din, tarih birliği millet olmaya yetse idi, eski ve orta çağlar kavimlerinin her birine millet demek gerekirdi. Oysa milletler, tarih sahnesine kapitalizmle  birlikte çıkmış toplumsal organizmalardır.

Öncelikle sosyal zemini doğru tanımlamak gerekmektedir. Millet(ulus) ve ile milliyet(halk) eşanlamlı kavramlar değildir; nitel bakımdan farklıdırlar. Millet ile milliyeti tanımlamanın ya da ayırmanın en nesnel ölçütü, ülkemizin aynı zamanda seçkin Marksist bir sosyoloğu olan Boran’ın cümleleri ile ifade edecek olursam şöyle:

BORAN’IN GÖZÜYLE ULUSAL SORUN

"… milliyet dil, ruhsal şekillenme ve toprak birliğinden ibaret üç unsurdan oluşur. Bu üç unsura bir yenisi, yani 'iktisadi yaşantı birliği' eklenirse, o zaman millet teşekkül etmiş olur. Millet olmak için gerekli şartları yeterli hale getiren, iktisadi yaşam birliği olmadan olmaz.” (Behice Boran, YAZILAR KONUŞMALAR SÖYLEŞİLER SAVUNMALAR, TÜSTAV Y. Cilt 2, İst. 2010, s. 1211) 

"Uluslaşma modern kapitalizmin doğması ve derebeyliği yıkarak ülkeyi bütünleştirmesi, ülkede iktisadi bir birlik çevresinde bütün halkları birleştirmesiyle olmuştur.(...) Kapitalizmden önce dini mensubiyetlerine göre ümmeti, etnik mensubiyetlerine göre halkı oluşturan insan toplulukları kapitalizmle birlikte uluslaşmışlardır.  Ancak bu her etnik topluluğun uluslaşması sonucunu doğurmamıştır. Bunlardan bazıları uluslaşmış, diğerleri halk halinde veya cemaat halinde yahut da tamamen eriyerek bu ulusun bir parçası haline gelmişlerdir." (B. Boran, a.g.e. s.1223) 

"Ancak yeni Çağda kapitalist toplum sisteminin oluşması ile millet birimleri, milli devletler belirmiştir. Ondan önceki binlerce yıllık insanlık tarihinde kavimler, halklar mevcut olmuş, çeşitli toplumsal örgütlenmeler, sistemler meydana gelmiştir." (a.g.e. s. 1310)

“Hal böyle olduğu içindir ki, her halk ayrı bir millet haline dönüşüp ayrı bir devler kurmamıştır, bir millet içinde birden fazla halk yer alabilmiştir, alabilecektir. Bir halkın bölünerek ayrı milletler içinde yer aldığı da görülür. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu parçalanınca Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Türk halkı tam bir millet haline dönüşerek gelişmiş, sınırları dışındaki Türkler ise ayrı ayrı millet-devletler içinde yer alan halklar olarak kalmışlardır." (a.g.e. s.1311)

"Ulusal Kurtuluş Savaşı, emperyalizme ve feodalizmin temsilcisi padişahlığa karşı bütün Anadolu halkının elbirliği ile başarılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulunca, Türk halkı uluslaşma sürecini esas itibariyle tamamlamış, millet-devlet haline dönüşmüş ve bir tek pazar etrafında bütünleşmeyi daha da hızlandırarak ulusal birliğini ve bilincini pekiştirmek yoluna girmiştir." ( a.g.e. s.1311)

Türkler yüzyılların eseri milletleşme sürecini esas itibariyle Anadolu topraklarında devletleşmeyle taçlandırmışlar, bilinç ve irade soyutlamasının ifadesi olan “Türk” kavramını Cumhuriyetle anayasal bir statüye kavuşturarak ulusal bencilliğin dar kalıplarını aşma sınavında geri dönülmez adımlar atmışlardır. Kürtler ya da Çerkez, Laz vs. gibi tüm Anadolu halkaları hukuken ve siyaseten anayasal düzeyde Türk potasında üst bir kimlikte birleşmişlerdir. Kürtlerin uluslaşma tarihi momentini kaçırdıklarını, emperyalizmin körüklemesi mikro milliyetçi esintilerin bir halkı arkaiklikten kurtarmayacağını özellikle bilmekte yarar vardır.  

(UKKTH) ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI, SOSYALİSTLİĞİN TURNUSOLU DEĞİLDİR

Artık milletleşmenin içindeki dikey katmanlaşmanın sorunları, yeni toplumsal düzen tercihine yön vermektedir. Sorunların nedenini kavrayışınız ve çözüm öneriniz nerde durduğunuz ve kimin cephesinden baktığınızla yakından ilgilidir. Millet yekpare bir bütün olmadığına göre; farlı halkları barındırabileceği gibi, temelde tüm toplumu kesen sosyal sınıflardan oluşmaktadır. Boran’ın deyişi ile; "Bir kez, 'millet' ve 'sınıf' kavramları aynı kapsamda kavramlar değildir, onun için de birinin kabulü öbürünün reddini gerektirmez. (...) Bugün dünyada milletler vardır; ... 'Sosyal sınıf' ise millet biriminin iç yapısına ilişkin bir kavramdır. Bununla birlikte, çeşitli millet birimlerinde yer alan sınıfların 'sınıf' olarak ortak nitelikleri ve çıkarları bulunduğu görülmüştür.  Ayrıca millet birimleri, her biri kendi içine kapalı, kendine yeterli birimler değillerdir; birbirleriyle bir ilişkiler sistemi içindedirler." (a.g.e. s. 1294) Türkiye’nin coğrafyasında zorunlu buluşan çeşitli halkların zaman içinde karışması, birbirleriyle çok yönlü ve açık etkileşime girmesi, melez bir yapıya evrilmesi, tam da bu sosyolojik duruma işarettir.   

Bununla birlikte, ülkemizin belli bölgelerinde, özellikle Doğu bölgesi, belli nüfus yoğunluklarına rastlanması, uluslaşmamızın tersine bir faktör olarak değerlendirilemez. Ama bölgeler arası eşitsizliği ve dengesizliği artırıcı yönde işleyen kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının da etkisiyle, Doğu bölgemizin toplumsal evrim açısından daha geri bir noktada kaldığı aşikardır. Gerilikten kurtuluş, ayrı devletleşmeyi meşru kılmaz: kurtuluş haklı ve masum, devletleşme her hal ve şartta kurtuluş değildir. Bu nedenle, hiç tasvip etmemekle birlikte, velev ki T.C. simetrisi kapitalist bir K.C. hayata geçmiş olsun, Kürtlere hiç faydası olmayacaktır; kapitalistliğinin yanında kuklalığıyla da kime hizmet edeceği baştan, embriyonik olarak, bellidir.    

İnsanın doğaya hakimiyeti ile başlayan kendini de keşif yolculuğu, ulus ve sınıf organik bütününe tabi  olarak, nihayetinde sınıfının bir üyesi sıfatıyla devam etmektedir. Sınıfa mensubiyet, bireyi otomatikman, sınıfından bağımsız donanımlı yapmayacağı gibi, sınıfına indirgeyerek erdemsiz, bilinçsiz, hain, cahil vs. de yapmaz. Sınıfının tarihi rolü bağlamında birey iradesiyle müdahalesini inşa eder. Birey, sınıfın basit bir uzantısı değildir, sınıf da bireylerin aritmetik toplamı değildir. Sınıf, tablodaki ana renk/temel güç/baskın damardır. Tabloyu tablo yapan, başat rengin renk çeşitliliği ile sergilediği armonik uyumdur. Doğa-ulus-sınıf... Sınıf, yeniden tanımlanmış değerler üzerinden tabloyu yeniden yapmak görevi ile karşı karşıyadır. İşte bu görevlerden başlıcası, sosyalizmin zayıf halkası, UKKTH’e tutunarak sosyalizmi kötürümleştiren libarellerin, etnik milliyetçilerin, anti cumhuriyetçilerin, tövbekarların tasallutundan sosyalizmi kurtarmak, yeniden hayatı fethetmektir.      

"Çeşitli millet birimleri içinde yer alan işçi sınıflarının da 'sınıf'  olarak ortak çıkar ve istekleri vardır: Sömürüden ve sömürü düzeninin doğurduğu sosyal kötülüklerden kurtulmak. Bu ise çeşitli milletlerin işçi sınıfları olarak bir çıkar mücadelesi, rekabeti yaratmaz. Çünkü ortak paylaşılacak bir çıkar, karlardan en büyük payı alabilme gibi bir sorun yoktur." (a.g.e. s. 1295)

Dolayısıyla, tıpkı faşizmin tarihte iyi, güzel, doğru olan ne varsa sahiplenmesine benzer şekilde burjuvazinin kendisini tüm ulusun temsilcisi gibi göstermesine kanmadan, emekçilerin hak ve çıkarlarını önde tutan bir yaklaşımdır sosyalizmin emri. Bilakis, ulusun temsilcisi emekçi sınıflardır. Yurtseverlik tavrına içkin her türlü fikri ve hissi unsurların, yurt ve halk bağlılığının toplamı milli duyguyu oluşturur. Hem emperyalist çağda uluslararasılaşan ve tekelcileşen kapitalizmin dünya sistemi haline gelmesi, hem de sermaye sınıflarının bir ahtapotun kolları misali yerli ve milli özelliğini yitirmesi nedeniyle vatansızlaşmaları mutlaktır.   

Anlaşıldığı üzere Türkiye tahlillerini rehber edindiğim Boran "Kürt sorunu"na UKKTH'yi bir dogma haline getirenlerin gözlüğü ile bakmıyor. Evrensel bir teori olarak görmüyor. Sınıfsal bir dünya görüşünün çerçevesinden bakıyor; ulusal olan her şeyin sınıfın hanesine geçtiğini vurguluyor. Zamana ve somut şartlara göre yorumlanabilir bir politika olarak yaklaşıyor ve her politikanın iç yapısındaki değişkenlik ve geçicilik özelliklerini bilerek tutumunu netleştiriyor. 

Tekraren yazmalıyım ki tarihi evrim içinde devletleşme, ileri bir aşamadır; toplayıcı ve avcı aşamadan yerleşik ve üretici aşamaya geçişin örgütsel formu idi. Ulusal devlet ise derebeylikten, feodal çitlerden, ilahi buyruklardan özgürleşmenin rasyonel, maddi bir adımı olarak şekillenmiştir. Devletleşme toplumdaki sınıfsal ayrışmanın, mülkiyet egemenliğinin, emek sömürüsünün alttan alta işlediği süreçle iç içe vücut bulurken, özgürleşmenin, eşitliğin prangasına da dönüşmüştür. Artık kendi başına ayrı bir devlet talebi kurtuluşun amacı olamaz. Millet dokusu içinde sınıf eksenini tutmak, emekçilerin birliğine dayalı gelecek aramak, sınıfsızlığa sıçrayışı sağlayacak altyapıyı yaratacak düzeni kurmak esastır.

Bir halkın kendi kıyafetine, müziğine, diline sahip olması ile, kendi parlamentosuna, ordusuna, adliyesine sahip olması aynı şey değildir. Özünde her bir insanın bağımsızlığını, eşitliğini, özgürlüğünü hedefleyen sosyalist öğreti, halkı dil, cinsiyet, ırk, dini inanç motiflerine indirgeyerek ayrıştırıcı yönelimleri derinleştirmeye değil, sınıfsal temelde ortak paydayı desteklemeye öncelik verir.

“YENİ” ADEM-İ MERKEZİYET

Son olarak soldaki -bu konuda solla akraba liberaller, gericiler, dar milliyetçiler bir yana- İttihat ve Terakki karşıtlığı üzerinde durmak istiyorum. Çünkü, UKKYH havarilerinin en koyu düşmanlarından biridir İttihat-Terakki. Oysa İttihat ve Terakki zannedildiği gibi "Türk" örgüt değildir. Kurucuları Türk'ten çok, başka etnik mensubiyettendirler, gayri-müslümdürler; Yahudidir, Çerkezdir, Araptır, Arnavuttur, Kürtdür, Ermenidir. Türkçülüğü çözülen Osmanlıya kurtuluş reçetesi olarak benimsemişlerdir. Vatan ve hürriyet sevdalısı Jön Türklerin (Namık Kemallerin, Şinasilerin) ardıllarıdır. Osmanlıcılıktan, İslamcılıktan buraya gelmişlerdir. Onların Türkçülük yorumunda ırkçılık yoktur; objektif aidiyetlerini inkar etmeksizin kültürel ve siyasi birlik, siyaseten varoluş refleksi vardır. Yusuf Akçura'nın ÜÇ TARZ-I SİYASET'i, Ziya Gökalp'in HARS ve MEDENİYET'i, "has" Türkçülükten ne anladıklarını ortaya koyar. Çeşitli araştırmalardan, hatta kimi "aşırılıklar"dan sonra Atatürk'ün benimsediği Türk tanımının sırrı da "Türk halkı" kavramında yatar. Uzun cumhuriyet ve aydınlanma yolunda yaşanan bir takım talihsizlikleri, acı olayları kaşımak "bize" referans olamaz.  İttihatçıların saltanatı sınırlaması, meclisi devreye sokması, eşit yurttaşlık kurumlaşması peşinde koşmaları, merkeziyetçi ve modernist olmaları mıdır hata? İttihatçılar, ön cumhuriyetçilerdir.

Boran'a dönerek mazideki atmosferi aktarırsam, çok veciz ve bilimsel cümlelerle İttihatçıların psikolojisini ve kurtuluşun fitilini ateşleyen iklimi daha iyi anlamamız mümkün olur.

Derebeylik düzenini tasfiye edip kapitalist düzene geçmiş Batı toplumlarının Osmanlı İmparatorluğunu ham maddeler kaynağı ve mamul eşya pazarı olarak açmak üzere zorlaması sonucu 'Batılılaşma' hareketi başlamıştır. Batının bu zorlaması ve üstünlüğü en göze çarpan şekilde askeri alanda kendisini gösterdi(..)... Osmanlı İmparatorluğu, ... dıştan zorlamalar karşısında ayakta durabilmek için yukardan aşağıya toplumu değiştirmeye, 'Batılılaşmaya' (çağdaş uygarlığa ulaşmaya -d.t.) çalışıyordu. (...) bu değişmede devlet ve onu somutta temsil eden asker-sivil kadrolar önemli rol oynamışlardır." (Behice Boran, TÜRKİYE VE SOSYALİZM SORUNLARI, Yordam Kitap, İst. 2016, s. 71,73)

Demek ki, İttihatçılığın ihtilalçiliğini öyle yabana atmak kolay değildir. Tarihi ve nesnel şartlar o kuşakların omuzlarına, eriyip giden bir İmparatorluğa can simidi olma arayışı, toplumu çağdaş uygarlığa taşıma görevi yüklemiştir. Sınıfların esamesinin okunmadığı, hanedan saltanatının sürdüğü, şeriat hukukunun hakim olduğu bir toplumda bir avuç aydının öncü roller üstlenmesi, ordunun devlet-millet kuruculuğuna önderlik etmesi zorlama değil, kaçınılmazdır. Tarihe kurguyla yaklaşıp, senaryolarının "arızalarını" mazeretler üreterek örtmek için çırpınanlar bugün, nesnel gerçekleri tersyüz ederek tarihi şartları görmezlikten gelip, bilimsel saptama ve bulguları; Türkiye'nin doğumunda ordunun ve aydınların kendine münhasır merkezi yerini; vesayet, toplum mühendisliği, elitizm türü yaftalamalarla aşağılamaya, dalkavukça tezlerle, hurafelerle, “çakma” destanlarla kendi ajandalarını kamufle etmeye çalışmaktadırlar. Bu cahillik değilse eğer, düpedüz gerici, takiyyeci bir geleneğin günümüzdeki tezahürüdür. Saltanatı ve hanedanlığı sürdürebilmek, padişahlığı korumak için, adeta yeni saltanat alanları icat ederek muhalefeti kuşatma ve parçalama ideolojisinin dünkü savunucusu adem-i merkeziyetçilerle bugünkü UKKYH severleri buluşturan gelenek... Tarihin neredeyse iki asırdır parlamenterizme doğru, laik eğitime doğru, cumhuriyete doğru, uluslaşmaya doğru, sanayileşmeye doğru akışını geriye çevirmek için her yolu mubah sayan gelenek... Tarihi akışı tersine çevirmek isteyen her kişi ve odağın, ileriye akışın ilk kollarından biri İttihatçılara saldırması bu yüzden. Hilafet özlemlerinin, tek adam despotizminin, ümmetçi-etnik taksimatın önündeki en büyük engelin tarihi köklerinin İttihatçılığa dayandığını biliyorlar.       

İttihatçıların karşıtı Osmanlı Ahrar Fırkası çizgisindeki Hürriyet ve İtilaf'tır. Karşıt, doğrunun algılanmasında bir yöntemdir. İttihatçılar üniterizmi, İtilafçılar federalizmi temsil ediyordu. Hürriyet ve İtilaf, Prens Sebahattin'in adem-i merkeziyet ve teşebbüs-ü şahsi ideolojisine ve İslam birliğine bağlı bir partiydi. Osmanlıyı etnik, dini topluluklara göre eyaletlere bölmeyi, eyaletleri idari, hukuki, kültürel özerk kılmayı öngören adem-i merkeziyet aslında yumuşatılmış UKKTH'yi içeren bir sistemdir. Günümüzde soldaki versiyonu İdris Küçükömer'den, Belgeli Birikim gericiliğine uzanmaktadır. Nitekim "ver-kurtul", Belgeli Birikim acentasının formülüdür. Dahası solumuzun nerdeyse tamamı adem-i merkeziyetçi oldu, başka bir deyişe adem-i merkeziyetçi bir hattın çeperlerine yapıştı. Bunların demokratikleşme diye sunduğu yerelleşme; taban iradesinin etkin kılınması, katılım süreçlerinin işlemesi değil, mikro milliyetçiliğin, küreselci hegemonyanın, parçacıklar siyasetinin ambalajlı payandasıdır. Orta Çağ kalıntısı aşiretçi-tarikatçı yapıların tam da istediği durumdur bu. Zira her yerelleşme, son kertede daha keskin homojenleşme demektir. Kuşkusuz homojenleşme kendi başına olumsuz değildir, ama halklar bazında her homojenleşme tasfiyeyi beraberinde getirebilir. Ölçek küçülecek, küçülen ölçekte en yoğun olan öge baskın hale gelecektir. Böyle bir dünya tasavvur edenler olabilir,  emekçilerin tutumu/sınıfın doğrultusu hayır'dır.

Tarihsel olgulara bütün boyutları ile ve neden-sonuç ilişkileri bağlamında yaklaştığınız zaman, olaylara kimin safından ve hangi dünya görüşü açısından bakıyorsanız, tercihleriniz ona göre kristalize olur. Tarihsel ilerleme, Spartaküstlerin, Jakobenlerin, Bolşeviklerin, İttihatçıların üzerinden akarak Kemalistlere nihayetinde Komünistlere bağlanmaktadır. Tarihte süreklilik ve kopuş diyalektiği iç içedir.

 Durmuş Tiryaki 

SOLİTİRAZ.COM

                                                                                       

Facebook'ta Sol İtiraz