19 Mart 2024 Salı

Devrimci Yön

12 Eylül'ün ekonomi-politiği, jeo-politiği! / Levent Yakış

12 Eylül'ün ekonomi-politiği, jeo-politiği! / Levent Yakış
12 Eylül
00:00 2019

Türkiye Cumhuriyeti, kısa tarihi boyunca yaşından beklenmedik ölçüde tasfiye ve baskılama hareketlerine tanıklık etmiştir.

Bunların sıklığı ve sürekliliği karşısında, bütün bu tasfiyeleri aynı çuvala sokup devletin kuruluş özelliğine bağlayan anlayışların yaygın kabul görmesine şaşmamak gerekir. Öyle ki, bu anlayışlara göre Serbest Fırka’nın kapatılmasıyla 12 Eylül sonrası parti kapatmalarında aynı dinamik rol oynamıştır: Daha baştan, tepeden inmeci (Jakoben) bir tarzda kurulmuş despotik bir devletin olağan refleksi…

Oysa meseleye önyargısız ve dikkatlice yaklaştığımızda görürüz ki, Cumhuriyetin kuruluş sürecinde gerçekleşen tasfiye ve baskılama hareketleri, II. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşenlerden niteliksel olarak farklıdır.

Kuruluş sürecinin tasfiyeleri, emperyalizme karşı bağımsızlık savaşının içinden doğmuş yeni bir devletin yaşatılması, sürekliliğinin sağlanması ve nihayet kapitalist modernleşme yoluyla kalkınmasını esas almıştır.

Bu amaçla:

 - Misak-ı Millinin işaret ettiği sınırları yadsıyanlar,

- Türklük üzerinden sağlanan homojenleşmeye, ulus tanımına yönelik itirazlar,

 - Dinsel alanı daraltan sekülerleşme hamlelerine direnç gösterenler,

 - Mevcut nizamı sosyalist açıdan eleştirenler,

 - Kapitalist modernleşmenin ve merkezi politik birliğin önünde engel olarak görülen feodal toplumsal, iktisadi yapılar ya baskılanmış ya da tasfiye girişimiyle karşı karşıya kalmıştır.

Kuşkusuz, tasfiyelerin kapsamı, zamanlaması ve gerçekleşme düzeyi içinde bulunulan dönemin koşullarınca belirlenmiş; başarılı ya da başarısız olmuştur.

Burada vurgulanması gereken bütün bu tasfiyelerde emperyalist devletlerden gelen etki ve yönlendirmelerin herhangi bir rol oynamadığıdır.

Bir yönlendirmeden bahsedilecekse eğer, bu daha ziyade tasfiyeye maruz kalanlar (en azından bir bölümü) için geçerlidir; kurucu kadrolar bu türden yönlendirmelere pek açık değillerdir, bağımsızlık duyguları hem politik hem iktisadi düzlemde yerli yerindedir.

Bu aslında içinde yaşanılan uluslararası ilişkiler sisteminin o dönemdeki parçalı yapısına, sömürge statüsü dışındaki devletlerin yaygın otarşik (kendine yeterlilik) eğilimlerine, bağımsızlıkçı tutumlarına da uygundur.

Ama, asıl neden, kurucu kadroların, Osmanlının çöküş sürecinde ekonomik, politik bağımlılığın oynadığı son derece tahrip edici role ilişkin gözlem ve deneyimleridir. Bu dönemde biçimlenmiş bağımsızlıkçı duygular Kurtuluş Savaşının imbiğinden süzülerek kuruluş sürecine taşınmıştır.

Kuruluş süreci boyunca, II. Dünya Savaşına dek bu duygular korunmuştur.

Ancak savaş yaklaşırken ve savaş esnasında bu tutumda bir aşınma gözlenir; politik düzlemde, savaşan emperyal aktörlerin birine ya da diğerine yakınlaşmayı esas alan bazı kümelenmeler ortaya çıkar.

Bu dönemdeki tasfiyelerin bir bölümü bu kümelenenler arasında ya da bu kümelenmelere karşı gerçekleşmiştir. Yönetici kadrolar arasında artık uluslar arası karşıtlıkları baz alan gruplaşmaların ortaya çıkışı Osmanlıdan bu yana yeni bir durumdur ve zamanla belirleyici konuma gelecektir.

 

II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI

Savaş sonrasında uluslararası ilişkiler sistemi, Doğu Bloğu (sosyalist) ile Batı Bloğu (kapitalist) arasından keskin bir yarılmaya uğrar. Türkiye bu yarılmada Batının yanında Sovyetlere karşı bir uç, karakol ülkesi olarak yerini alır.

Türkiye’de gerçekleşen baskılama ve tasfiye hareketlerinde bu aşamadan sonra artık emperyalist-kapitalist sistemin ihtiyaçları da bir faktör olarak devreye girecektir. Bu yeni faktörün etkisi başlangıçta oldukça bulanıktır, zamanla daha belirginleşerek tasfiyelerin ana dinamiği haline gelir.

Kapitalistleşme süreci bağımlılık ilişkisi içinde ilerledikçe, emperyalizm, hem bu ilişkiden doğan yeni sınıf ve katmanlar aracılığıyla hem de ortak kurumsal yapılar ve doğrudan yatırımlar aracılığıyla Türkiye’de artık içsel bir olgu haline gelmiştir; Oligarşik yapının başat bileşenidir. Bu durumda artık, tasfiyelerde içsel dinamikler mi ağır basar, yoksa dışsal dinamikler mi sorusu çoğu kez anlamını yitirir. Kuşkusuz bazen gruplararası çıkar çatışmalarının, hatta bazen kişisel çekişmelerin olayların gidişatı üzerinde, tasfiyelerin yönelimi ve kapsamı üzerinde az çok bir etkisi olacaktır ama, dediğimiz gibi, bunlar artık sürecin belirleyeni değildir.

Emperyalizmin içsel bir olgu olması, Türkiye’de emperyalizmin ilgisiz kalacağı hiçbir büyük çatışmanın, tasfiyenin olamayacağı anlamına gelir.

Hatta hakim sınıflar kompozisyonunda meydana gelecek büyük alt üst oluşlar, yer değiştirmeler bile ya emperyalizmin gözetiminde ve yönlendirmesiyle gerçekleşir ya da, tersi durumda onun direnciyle karşılaşır.

Nitekim, bağımlılık ilişkisinin ürünü yeni sınıf ve katmanlar dahi gün gelir emperyalist siyasasıyla çeliştiklerinde tasfiyeye uğrarlar. Özellikle emperyalist kapitalist sistemin krize girdiği ve krizi aşmak üzere alışılageldik tutum ve davranışlardan farklı politikalara ihtiyaç duyduğu yeni açılım dönemlerinde bu yeni politikalara uyum sağlayamayan kişi ve gruplar, katmanlar geçmiş dönemlerinde emperyalizm adına ne denli işlevsel bir rol oynasalar da tasfiyeden kurtulamamışlardır. Kısacası her önemli konjoktür yeni güç dengelerini gereksinmiş ve genellikle tasfiyelerle ama bazen de uzlaşmalarla bu sağlanmıştır.

 

Örneğin, 12 Mart Darbesi Cumhuriyetin kuruluş döneminden devraldığı kimi davranış özelliklerini sürdürerek sosyalist hareketi, ulus devlet yapısına dönük etnik itirazları baskı altına almış ama bununla yetinmemiş geçmişten farklı olarak, kapitalist iktisadi yapıya sadık kalan ancak bağımsızlıkçı bir çizgiyi savunan kesimleri de tasfiye etmiştir. Hatta, politik yaşama Amerika’yla ilişkisini referans göstererek adım atan Süleyman Demirel'in Türkiye’nin kapitalist dünyaya eklemlenme tarzının bir ürünü olan ithal ikameci ekonomik yapıyı emperyalizme bağımlılık ilişkisi baki kalmak üzere güçlendirme çabaları batılı merkezden onay görmeyince SSCB’ye başvurarak çeşitli ağır sanayi yatırımlarına girişmesi bile merkez-kaç bir tutum olarak algılanmış, (geçici de olsa) tasfiyesine neden olmuştur.

Ama hiç kuşkusuz 12 Eylül 1980 darbesi bu açılardan çok daha nettir!

12 Eylül askeri müdahalesi, Türkiye’de gerçekleşmiş darbeler arasında emperyalist-kapitalist sistemin çıkarlarına en fazla karşılık düşenidir.

Darbe, Türkiye’yi bir yandan emperyalist-kapitalist sistemin 80’li yıllarda dünya çapında geçekleştirdiği neo-liberal atağa uyumlu hale getirirken, diğer yandan emperyalizmin Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgeye dönük spesifik taleplerini de sonuna dek karşılamıştır. Bu nedenle, 12 Eylül, ekonomi-politiği ve jeo-politiğiyle yukarıda özetlemeye çalıştığımız tezlerimizi en saf biçimde yansıtan bir prizma özelliği taşır.
 

12 EYLÜL'ÜN EKONOMİ-POLİTİĞİ

II. Dünya Savaşı sonrasında SSCB’nin başını çektiği Sosyalist Blok (Doğu Bloğu) ile ABD’nin başını çektiği Kapitalist Blok (Batı Bloğu) arasında inişli çıkışlı seyir izleyen rekabet koşulları 60’lı yıllardan itibaren Batı Bloğu aleyhine dönmeye başlamıştı. Özellikle 70’li yılların erken dönemlerinde art arda patlak veren tarihsel olaylar dizisi; ABD’nin Vietnam yenilgisi, doları altına endeksleyen para sisteminin (Bretton Woods) çöküşü, bütün bunlar kapitalist Bloğun ağır bir hegemonik krize sürüklediğini gösteriyordu.

Kapitalist Bloğun gerilemekte, kaybetmekte olduğu savı, 70’li yılların ortasında yalnızca sosyalistler nezdinde değil burjuva entellektüelleri nezdinde de yaygın kabul görüyordu. Öyle ki, “ABD’nin artık sanıldığı kadar güçlü bir devlet olmadığını Amerikalılara anlatmak, onları bu gerçeğe alıştırmak, rehabilite etmek” üzere iktidara talip olduğunu söyleyen bir başkan adayı, Carter, bu psikolojik iklim içinde ABD’ye başkan seçilebilmiştir.

İşte 80’li yıllardan itibaren bu tablo tersine çevrilecektir. Daha henüz Carter dönemi sona ermeden ideolojik hazırlığı yapılan, programı ve kadroları oluşturulan emperyalist strateji İngiltere’de Theatcher ve ABD’de Reagan’ın iktidara taşınmasının ardından agresif biçimde uygulamaya sokulacaktır.

Bu yeni stratejinin iktisadi ayağını neo-liberal tezler oluşturur. Hayek ve Friedman’ın (Chicago Okulu)  tezlerini esas alan neo-liberal uygulamalar aslında 70’li yıllarda Latin Amerika’da darbe rejimi şartlarında sınanmıştır. Bu deneyimlerin birikimini de arkasına alarak 80’li yıllardan itibaren önce Kapitalist Bloğun genelinde, ardından Sosyalist Bloğun çöküşüyle birlikte az çok istisnayla tüm dünyada hakim kılınacaktır.

Öngörülen, sermayenin ve malların dolaşımına, akışkanlığına, her yere ve her şeye erişebilmesine imkan sağlayan, emeğin ve doğal kaynakların sınırsız sömürüsü önündeki bütün engellerin ortadan kaldırıldığı yeni bir dünya düzenidir. Kuşkusuz, emperyalist merkezleri olası krizlerin etkilerinden koruyacağı ve krizlerin yükünü mümkün olduğunca çevre ülkelere yıkacağı  varsayılan yapısal düzenlemeleri de içermek üzere…

Bu neo-liberal program ülkeden ülkeye değişen şekilde kimi ülkelerde seçilmiş, yasal hükümetler aracılığıyla, kimi ülkelerde askeri darbeler yoluyla uygulamaya sokulmuştur.

90’lı yıllardan itibaren bu çeşitliliğe “renkli devrimler”in de eklendiğini görüyoruz. İşte bunlardan Türkiye’nin payına düşen 12 Eylül askeri darbesidir. Programın Türkiye’deki karşılığı 24 Ocak 1980 Kararları, henüz darbe gelmeden deklare edilmiştir, ama ancak darbe rejimi koşullarında uygulanabilecektir.
 

12 EYLÜL”ÜN JEO-POLİTİĞİ

Yukarıda, Kapitalist Bloğun 70’li yılların başında hegemonik bir krize sürüklendiğinden söz etmiştik. Aynı dönemin sonlarına doğru Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyayı sarsan iki önemli olay işin tuzu biberi olmuş ve krizi derinleştirmiştir.

Bunlar, sırasıyla, SSCB’nin Afganistan’ı işgali ve İran’da gerçekleşip kısa sürede anti-amerikan bir rotaya yönelen İslam devrimidir.

Bu iki gelişmeyle birlikte, Sovyetler Birliğinden sıcak denizlere (Akdeniz ve Hint Okyanusu) uzanan hat üzerinde emperyalizmin denetiminde Pakistan ve Türkiye’den başka devlet kalmamıştır. Düşünün, sözünü ettiğimiz coğrafya enerji havzalarının ve çıkış yollarının merkezidir ve Afganistan, İran, Irak, Suriye’nin emperyalizmin kontrolü dışına çıktığı bu koşullarda  Türkiye’nin elde tutulması, aksi yöndeki risklerin tümüyle bertaraf edilebilmesi yaşamsal önem kazanmıştır.

Emperyalizmin bu jeopolitik sıkışmışlığa verdiği yanıt, bölge çapında Yeşil Kuşak Projesi’ne hız vermek ve Türkiye’yi de bu projenin aktif bir unsuru haline getirmek olmuştur. Projenin özü, emperyalizmin Müslüman halklar coğrafyasındaki sömürü ve talanına tepki olarak ortaya çıkan ve yer yer iktidara uzanan Baasvari milliyetçi-laik akımların ve aynı zamanda güç toplayan sosyalist-devrimci akımların bastırılıp, geriletilmesinde İslam dinine işlevsel bir rol yüklenmesidir.

İslam böylece, emperyalist kapitalist çıkarlara koşut biçimde tanımlanmış özgün bir ideolojik forma bürünmüştür. Bu ideolojik format ekseninde örgütlenmiş müslüman halkların bir bütün olarak SSCB’yi kuşatarak sosyalist genişlemeye set çekeceği öngörülmüştür. Ancak İran İslam Devriminden sonra yeni bir parametrenin eklendiğini görüyoruz: sosyalist genişlemeye set çekecek ama aynı zamanda İran’daki gibi anti-amerikan rotaya yönelmeyecek bir İslam!

İşte 12 Eylül Darbesinin Türkiye’de gerçekleştirdiği tam da bu olacaktır!

Yeşil Kuşak Projesi’nin Türkiye’de bir evveliyatı vardır, kuşkusuz! Ancak, 12 Eylül rejimi buna inanılmaz bir ivme katmıştır. O güne dek, hatta çok partili yaşamın başlangıcından bu yana merkez sağ politikacılar, İslamı, politik getirisi olan bir manipülasyon aracı olarak sürekli kullanımda tutmuşlardır. Hatta Menderes, Bayar, Demirel dahil sağcı liderler dünya görüşleri ve yaşam tarzları itibariyle sekülerliğe daha yakın düşseler de, İslama atfettikleri kullanım değeri nedeniyle laiklik ilkesinin esneyip gevşemesine, deformasyonuna katkıda bulundular. Yine de 12 Eylül sonrasında olup biteni bu klasik sağ tutumun biraz daha abartılmış bir uygulaması olarak görmemek gerekir.

12 Eylül, merkez sağın o güne dek biriktirdiğini kendi politikalarına payanda kılmıştır ama, asıl gerçekleştirdiği, toplumu İslamizasyon doğrultusunda niteliksel bir dönüşüme uğratmasıdır.

 

İşte 12 Eylül Darbesi, bütün bu dramatik gelişmelerin üst üste yığıldığı son derece kritik bir tarihsel kavşakta gerçekleşmiştir. Hem emperyalizmin küresel düzeydeki (neo-liberal) ihtiyaçlarına hem de bölgesel düzeydeki (jeopolitik) ihtiyaçlarına aynı anda yanıt vermiştir. Öyle ki, bu taleplerin aciliyeti darbenin zamanlamasını koşullarken, her talebin son derece kapsamlı değişiklikleri dayatıyor olması da darbe rejiminin önceki darbelerle kıyaslanamayacak bir şiddetle uygulanmasına neden olmuştur.

Darbe başlangıçta, Türkiye solu tarafından devrimci, sosyalist yükselişin önünü kesmek için kotarılmış bir hakim sınıflar hamlesi olarak görülmüştür.

Nitekim, tarihinin en örgütlü düzeyine ulaşmış devrimci muhalefeti, 60’lı, 70’li yılların (sıkıyönetim dahil) baskı mekanizmalarıyla etkisizleştirmek artık imkansızdı. Yine de bu, 12 Eylül rejiminin şiddetini ve uzun süre boyunca gündemde tutulmasını ancak bir yere kadar açıklar; baskı ve tasfiyeler bu amacı çok aşan bir düzeye ulaşmış, sosyalist, devrimci muhalefetin dışına taşan çok geniş bir politik, toplumsal skalaya yayılmıştır. Bunun nedeni, dediğimiz gibi 12 Eylül’ü koşullayan, sol muhalefetin ezilmesinin de içlerinden biri olduğu emperyalist taleplerin üst üste yığılmasıdır.
 

TASFİYELER

Doğal olarak darbe rejimi öncelikle Türkiye Solunun ezilip, bertaraf edilmesine yoğunlaşmıştır. Bu başlı başına bir amaç olduğu kadar, girişilecek yeniden yapılandırma faaliyetinin sorunsuzca yürümesi için de gereklidir.

İlginç olan, hemen ardından, 70’li yıllarda Türkiye’de sağcı saldırganlığın paramiliter temelini oluşturmuş, MHP ve Ülkü Ocaklarında örgütlü faşist hareketin de tasfiyeye uğramasıdır.

Bunun nedeni, faşist hareketin yalnızca sol, sosyalistler nezdinde değil, toplumun ezici çoğunluğunun algısında en azından olumsuz bir görüntüye sahip olmasıdır. Zaten sol, sosyalist muhalefeti bastırmada etkisiz kalan ve bizatihi kendisi toplumsal tepkinin hedefi haline gelen faşist hareketin tasfiyesi 12 Eylül cuntasına inanılmaz bir meşruiyet ve toplumsal destek sağlamıştır. Darbenin başlangıçta kolaylıkla tutunmasını sağlamak için elzem olan bu destek, böylece elde edilmiştir.

Burada bir parantez açıp belirtirsek; bugün geriye doğru baktığımızda bu tasfiyelerin cuntanın meşrulaştırılmasının ötesinde daha uzun vadeli amaçlarının olabileceği görülmektedir. Sağ cenahta gerçekleşen bu tasfiyelerle İslami temelli akımların önü alabildiğince açılmıştır.

Türkiye’de İslami hareketlerin zaman içinde gösterdiği değişim, Yeşil Kuşak Projesi’nin seyri ve 12 Eylül rejiminin bu projeye etkisi konusunda yeterince ipucu sunar.

İslami hareketler, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında kapitalist modernleşmenin baskıladığı, erozyona uğrattığı sınıf ve katmanlara dayanıyorlardı. İslam, gerileme halindeki bu kesimlerin kapitalist modernleşmeye tepkisinin ideolojik formu haline gelmişti. Küçük ticaret erbabı, esnaf, zanaatkâr ve yine, iktisadi ve politik düzlemde güç kaybeden feodal unsurlardan, aşiret yapılarından meydana gelen bu toplumsal halka Yeşil Kuşak Projesi’nin şekillendiği 70’li yıllarda yavaş yavaş dönüşüme uğrar ve farklı toplumsal katmanlara doğru yayılmaya başlar.

12 Eylül darbesi sonrasında ise İslami akımlar deyimin tam anlamıyla sınıf atlamışlardır. İslami akımların kaybeden ya da en azından gerileme halindeki sınıf ve katmalardan ilerleme halindeki güç toplayan kesimlere evrilmesinde emperyalizmin katkı ve desteği, yönlendirmesi bugün başlı başına irdelenmesi gereken bir konu olarak önümüzde durmaktadır. 12 Eylül 1980, bu niteliksel sıçramanın gerçekleştiği tarihsel eşik çizgisidir.

Parantezi kapatıp devam edelim. Darbe rejimi oturur oturmaz bütün politik hayatın, burjuva partiler de dahil olmak üzere darmadağın edildiğini görüyoruz. Türkiye’de o güne dek burjuva politik düzleme hakim olan ideoloji ve pratiği popülizm olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Popülizm aslında, Türkiye’deki iktisadi düzlemin, “ithal-ikameci” kalkınma modelinin politik düzlemdeki karşılığıdır. Nitekim Latin Amerika’da da benzer kalkınma modelleri Peronizm adı verilen popülist politikalarla bir bütün oluşturuyordu. 

Darbelerle birlikte iktisadi düzlem yeniden yapılandırılırken hem Latin Amerika’da hem Türkiye’de politik hayat bu zemine uygun biçimde yeniden düzenlendi.  Türkiye’de Demireller, Ecevitler tasfiye edilirken ithal ikameci iktisadi rejimin bürokratları da bürokrasiden tasfiye edildiler.

Sol, sosyalist muhalefetin ezildiği, temsili demokrasinin askıya alındığı bu dikensiz gül bahçesinde neo-liberalizm vahşice uygulanacak ve uzunca bir aradan sonra çok partili politik hayat yeniden başladığında yeni rejimin bekası Turgut Özal’ın ANAP’ına emanet edilecektir; tabii, bürokrasisi de ABD’den getirttiği prenslerine…

 


YENİ TASFİYELER

Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist sisteme eklemlenme tarzındaki köklü değişikliğin gerçekleştiği II. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığımız ve 12 Eylül döneminde zirveye ulaşan bütün bu tasfiye ve baskılama hareketleri neticesinde, Türkiye’de devlet örgütlenmesi, siyaset alanı ve toplumsal alan emperyalist çıkarlar doğrultusunda önemli ölçüde konsolide edilmiştir.

Tasfiyelerin gerçekleşiyor olması aynı zamanda sürece yönelik kimi dirençlerin varlığına da işarettir ama Türkiye, süreci tersine çevirecek dinamiklere bugüne dek yeterince sahip olamamıştır.

Bütün bunlara rağmen uzunca bir aradan sonra 28 Şubat, Ergenekon vb. tasfiyelere ihtiyaç duyulması statükoyu kırmaya dönük güçlü içsel dinamiklerin aniden ortaya çıkmasından değil tersine, emperyalist kapitalist sistemin, özellikle başat emperyalist devlet ABD’nin farklılaşan dünya koşulları nedeniyle statükoyu değişime zorlamasından kaynaklanmıştır.

Değişimin arka planında iki kutuplu dünya sisteminin 90’lı yılların başında aniden ortadan kalkması yatmaktadır.

Değişen dünya koşulları karşısında ABD, kendi egemenliğini sürekli kılacak BOP benzeri yeni politikalara yönelmiş ve bu durum da Türkiye’de ABD stratejilerine uygun düşen yeni bir konsolidasyon sürecini tetiklemiştir.


Levent Yakış

Facebook'ta Sol İtiraz