27 Aralık 2024 Cuma

Devrimci Yön

ABD işgalinin Irak Türkmenleri üzerindeki etkileri (Analiz)

ABD işgalinin Irak Türkmenleri üzerindeki etkileri (Analiz)
06 Ocak
22:20 2018

Aşağıda sunduğumuz Tunahan Yıldız'a ait dergipark.gov.tr'de yayınlanan makale, mezhepsel olarak Şii ve Sunnilerden oluşan Türkmen bölgesi Telafer'de mezhepler arası ilişkinin ABD işgaliyle birlikte nasıl köklü bir dönüşüme uğradığını ortaya koymakta.

Mezhepsel gerilimin oldukça düşük düzeyde seyrettiği; evlilik, dostluk, komşuluk ve benzeri yollarla pekişen barışçıl bir atmosferin hakim olduğu Telafer Türkmenleri tarihsel derinliği bulunan ortak bir geçmişe, hatta ortak etnik kökene rağmen kısa sayılabilecek zaman dilimi içinde şiddetli bir iç savaşa sürüklenmiştir.

Burada yaşananlar emperyalist müdahale ve işgal tehdidiyle karşı karşıya bulunan bütün ülkeler için, dolaysıyla ülkemiz için de mutlaka dikkate alınması gereken derslerle dolu.

Bu uzun yazının önemli bulduğumuz bir bölümünü yayınlıyoruz:

SOLİTİRAZ

 

 

IRAK TÜRKMENLERİNDE MEZHEPÇİLİK: BAĞLAM, SÜREÇLER VE AKTÖRLER

Birleşmiş Milletler Irak Destek Misyonu raporunda19 Irak’ın on beş ihtilaflı bölgesi arasında gösterilen Telafer, Irak’taki diğer Türkmen bölgeleriyle kıyaslandığında birkaç nokta ile öne çıkmaktadır: Birincisi, ekonomik, sosyal ve mezhepsel problemleriyle en sorunlu Türkmen bölgesi olması; ikincisi, merkez nüfusu tamamen Türkmenlerden oluşan tek yerleşim bölgesi olması; üçüncüsü, Irak’taki en kalabalık Türkmen bölgesi olması; dördüncüsü, Sincar bölgesiyle birlikte Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ve PKK’nın Suriye kolu olan PYD’nin (Demokratik Birlik Partisi) kontrolündeki Kuzey Suriye arasında bir tampon bölge konumunda olması; beşincisi, Türkiye ve Irak Türkmenleri ile Türkiye ve Iraklı Sünni Araplar arasında Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kontrolünde olmayan tek koridor olması; 20 altıncısı ve bu çalışmanın ana teması bakımından en önemlisi, Türkmenler arasında mezhep çatışmasının kitlesel ve yoğun olarak yaşandığı tek Türkmen bölgesi olmasıdır.

DAEŞ işgali öncesinde onlarca aşiretin yaşadığı yaklaşık 510 bin nüfuslu kentteTürkmen nüfusun Sünni-Şii dağılımı konusunda verilen oranlar farklılık göstermekte, yüzde 85-15 ile yüzde 50-50 aralığında değişen rakamlar sunulmaktadır.

DAEŞ’e yönelik Musul operasyonu yerli ve yabancı medya unsurlarında Telafer’de mezhep çatışmasını gündeme getirmiştir. Ancak gelinen bu noktayı sadece DAEŞ’le özdeşleştirmek, bölgedeki mezhep çatışmasının anlaşılmasında açıklayıcı olmayacaktır zira Telafer’de mezhep çatışmasının kısa ancak önemli bir geçmişi vardır. Zahiren çelişkili biçimde, mezhepsel ayrılıklar ve çatışmalar, Telafer için görece olarak yeni olgulardır.

Dahası, bazı vakalarda Telaferliler için mezhep bilincinin de çatışmasıyla hemen hemen eş zamanlı bir olgu olduğu söylemek mümkündür.

Buna göre, 2000’lerden önce Türkmenler arkadaşlarının, akrabalarının, hatta kendilerinin mezhepleri konusunda ciddi anlamda fikir sahibi değildir. Mezhep bilinci konusunda Telaferli bir sığınmacının bahsettiği anı önemli bir örnek teşkil edebilir: “Birkaç sene evvel babam ameliyat oldu, Musul’da bir hastanede. Bir amcam hastaneye gelmedi, telefonla aradı.

Ona ‘Hastaneye niye gelmedin?’ dedim. Dedi ki ‘Ben Şii’yim, Musul’a gelirsem kim bilir başıma neler gelir!’ Amcam Şii’ymiş, daha evvel bilmezdim.” Öte yandan, mezhep kimliği konusunda Şii Türkmenlerle alakalı farklı bir durum daha vardır: Bugünkü Şii Türkmenlerin, orijinal olarak Bektaşi oldukları, süreç içerisinde Şiileştikleri ve 1940’lara kadar Telafer’de hiçbir Şii camisinin bulunmadığı ileri sürülmektedir. Mezhep çatışmasına yönelik ise, bu çalışmanın örneklemindeki katılımcıların yüzde 97’si Türkmenler arasında Sünni-Şii çatışmasının yeni bir olgu olduğunu ve Saddam Hüseyin’in düşüşünden sonra ortaya çıktığını belirtmiştir.

Telafer, mezhep çatışması noktasına nasıl ve neden geldi ve bölgede ne tür bir mezhep çatışması tecrübe edildi?

Telafer’deki mezhep çatışması beş ana safhada gelişim göstermiştir. Bu safhalardan ilki ve en önemlisi Mart 2003-Ekim 2005 arasındaki hazırlık dönemidir ki bu bölümde en detaylı incelemeye tabii tutulacak olan periyottur.

Irak’ın ABD liderliğindeki Çokuluslu Koalisyon Kuvvetleri tarafından işgalinden sonra, Telafer yerli ve yabancı birçok farklı direnişçi grubun yerleştiği sorunlu bir bölge haline gelmişti.

Özellikle, bölgeyi işgal eden ABD birliğinin 2004 yılının başlarında çekilmesinden sonra Telafer, merkezi yönetimden uzak oluşu, Musul gibi Sünni direnişin önemli merkezlerinden birisi haline gelen bir şehre yakınlığı ve Suriye sınırıyla bir geçiş bölgesi oluşturan konumu gibi sebeplerle el-Kaide gibi birçok direnişçi grubun yerleştiği stratejik bir müstahkem mevki olmuştu. Bu grupların bölgeye nasıl kolaylıkla yerleşebildiği ve güçlerini konsolide edebildikleri konusunda üç temel iddia bulunmaktadır: Telafer’in kuzey mahallelerinde yaşayan yaklaşık 20 bin Baasçı Türkmen’in direnişçilere yardımcı olması, bölgedeki kuvvetli aşiret yapısının kullanılmış olması ve suikast ve benzeri yöntemlerle aşiretlerin zorlanması ve 1980’lerden beri bölgede varlık gösteren Vahhabi imamların etkisidir.Özellikle Eylül 2004 ile Nisan 2005 arasındaki dönemde Telafer, direniş merkezi olarak neredeyse Felluce’nin yerini almış, Kuzey’in Felluce’si olarak anılmış, direniş hücrelerinin örgütlenme, eğitim ve teçhizatlandırma işleri için bir üs ve Suriye üzerinden gelen militanların ana geçiş noktası konumuna gelmiş, Telaferliler silah zoruyla baskı altına alınmıştı.2005 yılındaki bazı istihbarat raporları Irak’taki el-Kaide yapılanmasının lideri Ebu Musab el-Zerkavi’nin merkez üssünün Telafer olduğunu iddia etmiştir ki bu iddia Zerkavi gerçekten Telafer’de konuşlanmasa bile bölgedeki aktivitenin yoğunluğuna işaret etmektedir. Netice olarak bölgedeki direniş aktivitesi, ilki Eylül 2004’te Kara Tayfun Operasyonu’yla başlayan, en geniş kapsamlısı Nisan 2005’teki Hakların İadesi Operasyonu’yla (Telafer Savaşı) gerçekleştirilen, 2006 kışına kadar süren ve çok ciddi insani krize yol açan bir operasyonlar serisine yol açmıştı. ABD’nin Irak’takien uzun yılları olarak bahsedilen bu dönem, ABD işgaline karşı direniş için önemi yanında, Telafer’de mezhepçiliğin temelinin atılması bakımından da önemlidir. Bu hazırlık döneminde yerel bağlamda geliştirilen yatay ve dikey inşa süreçlerinin mezhep kimlikleri ve mezhepçilik üzerindeki etkisi dört ana madde altında özetlenebilir ki bu süreçlerin birçoğu daha uzun yıllar devam edeceği için detaylı bir inceleme gerektirmektedir:

İlk olarak, bu dönemdeki Sünni direnişçi grupların aktivitelerinin mezhep farkındalığının artırılması yönünde önemi olduğu söylenebilir. Direnişçi gruplar, mücadelenin yalnız ‘Amerikan-İslam mücadelesi’ olmadığını aynı zamanda ‘Sünni-Şii mücadelesi’ olduğunu savunuyordu ve bölgeyi bazı yerel Sünni Türkmen topluluklarla elinde tutan bu gruplar birçok Şii Türkmen ailenin bölgeyi terk etmesine yol açacak sindirme kampanyası başlatmıştı.

Öte yandan, direnişçi grupların bu pratikleri sadece Şiilere yönelik değildi, talimatlara uymayan herkes yaptırıma maruz kalıyordu.

Mesela, polis olmak isteyen Sünni Türkmenler, direnişçilerin tehditlerinden dolayı polis gücüne geniş anlamda dâhil olamıyorlardı. Kentin Sünni belediye başkanı ise direnişçilerle iş birliği yapmaktaydı. Kısaca kent, mezhepçi grupların ve bunların dikey dayatmalarının hakimiyeti altındaydı.

İkinci olarak, Sünni Türkmenler, Irak polis ve askerinin ayrımcı pratiklerinin hedefi olmuştu. Telafer’in Sünnileri bölgedeki Şii komando birliğinin her Sünni’yi potansiyel suçlu olarak gördüğünden ve gözaltına aldığından şikâyet etmişti. Telafer’in Şii polis müdürü, göreve gelir gelmez önemli Sünni memurları görevden uzaklaştırmış ve Şii Bedir Tugayları’nın bölgede hâkim olacağına dair söylentiler yaymıştı.

 Güvenlik kuvvetleri içerisinde çoğunluğu Şiilerden oluşan polis birimi bir ABD askerinin ifadesiyle ‘mezhepçi bir ölüm mangasından başka bir şey değildi’ ve rakip aşiretlere ya da Sünnilere saldırı düzenlemek dışında konuşlandığı kalenin dışına çıkmıyordu.

 Öte yandan polislik, Şii Türkmenlerin bölgede yapabilecekleri tek ve ‘en güvenli’ iş haline gelmişti. Ancak polis olarak görev yapan pek çok Şii Türkmen, ailesinden veya aşiretinden birçok kişinin öldürüldü- ğü kişilerdi.

Mezhepçi gruplaşma açısından temsili olmasa da çarpıcı bir örnek, o dönem ABD’li bir gazetecinin Şii Türkmen bir polis memuruna Telafer’de kaç terörist ve terör sempatizanı olduğuna dair sorduğu soruya verdiği 150 bin sayısıdır ki yaklaşık olarak Telafer’deki Sünni Türkmen sayısına denk düşmektedir. Özetle güvenlik güçleri, mezhepçi bir güvensizliğin kaynağı olmuşlardı.

Üçüncü olarak, ABD’nin bu bölgede mezhepçilik konusunda temel etkisi direnişçi grupların en ciddi toplumsal destek kaynağı olan askeri varlıklarıyla alakalıydı. Ayrıca, bölgeyi Şiileri kendilerine hedef seçmiş gruplardan temizlemeye çalışmak, bu gruplar içerisinde yer almayanlar arasında dahi ABD’nin Şiilerin hamisi olduğu ve Şiilerin ABD kuvvetleriyle iş birliği içerisinde olduğu imajını güçlendirdiği söylenebilir ve bu imaj direnişçi grupların sürekli olarak kullandığı söylemlerden birisi olmuştu.

 Ek olarak, ABD kuvvetleri tarafından Irak ordusu ve polisi bünyesine büyük ölçüde zaten gönüllü oldukları için Şiilerin dâhil edilmesinin, Telafer’de de polis teşkilatında Sünni Türkmenlerden kalan boşluğun Şii Türkmenlerle doldurulmasının Sünniler tarafından savaşın bir kampını silahlandırmak olarak algılandığı söylenebilir.

 Bununla alakalı olarak, saha araştırması sırasında katılımcıların ifadelerine göre ABD kuvvetlerinin Sünni ve Şiileri dengelemek adına –mesela ortak polis gücü oluşturulması konusunda– yaptıkları mezhepsel ayrımlar, mezhepsel farkındalığı ve hoşnutsuzluğu artırmıştı. Kısaca, ABD ordusunun varlığı mezhepçi bir yayılım için gerekli imajın somut zeminini teşkil ediyordu ve kullandıkları ayrımlar mezhepçi bir patika bağımlılığı oluşturacak ve birçok noktada formelleşecekti.

Son olarak, Telafer’de mezhepçiliğin en önemli parametresi olarak bölgedeki aşiretler ve aşiret yapısı öne çıkmaktadır. Telafer’in başından beri kuvvetli olan aşiret yapısı, bazı Sünni grupların bazı Sünni aşiretlerle ve bazı Şii grupların bazı Şii aşiretlerle ittifak kurma yoluna gitmesine neden olmuş,kimi aşiret mensupları direniş gruplarına dâhil olarak saldırı eylemlerinde yer almış, neticede birçok çatışma kan davası halini de almıştır ya da zaten kan davası olan çatışmalar mezhep üzerinden sürdürülmüştür.

Diğer yandan, ABD kuvvetlerinin bazı aşiretlerle ortaklık kurma çabalarının, diğerlerinin prestij ve otoritesine zarar vermeyi amaçlayan bir iltimas olarak algılandığı ve bölgedeki diğer aşiretleri yabancılaştırdığı söylenebilir. İlk başlarda sadece Şii aşiretler ABD ordusuyla iş birliğine girmeyi tercih etmişti.

Özellikle Şii Çolak aşiretinin direnişçilerin saldırılarından korunmak adına ABD ordusuyla iş birliği yapması ve birçok Şii aşiretin bu iş birliğinin etrafında toplanması durumu daha karmaşık hale getirmişti. Aşiretleri yabancılaştıran bir diğer husus ise kendi aşiretlerinden insanların gözaltına alınması, tutuklanması ya da öldürülmesi oluyordu.

Ayrıca bazı aşiret reisleri, bu süreçte ABD ordusunu manipüle etmiş ve kişisel ya da aşiret kazançlarına göre ABD yardımlarını ve desteğini kullanmış, hatta ABD yardımları bu aşiret reisleri aracılığıyla zaman zaman direnişçilere ulaşmıştı.

 Mesela, 4 Haziran 2005’te gerçekleştirilen ve altmıştan fazla aşiret büyüğünün katıldığı toplantıyla ilgili bir ABD askeri, bu aşiret reislerinin direnişi bitirmekle ilgilenmediklerini, yalnızca ABD ordusunu birbirlerine karşı kan davalarını sürdürmek üzere kullanmaya çalıştıklarını iddia etmiştir; buna göre Şii aşiret reislerinin askeri operasyona daha istekli olmalarının nedeni de Sünni rakiplerine karşı daha avantajlı konuma geçme isteğiydi.

 Ancak bu durum aşiretlerce daha normatif bir düzlemde yansıtılıyordu; mesela, ABD’li subayların Sünni ve Şii aşiret liderleriyle yaptığı görüşmelerde Şiiler Sünnileri teröristlerin varlığını hoş görmekle suçlarken, Sünniler kendilerinin sürekli olarak teröristlikle suçlandıklarından şikâyet ediyordu.

Neticede, taraflar arasındaki rekabet ciddi bir güvensizliğe ve emniyetsizliğe dönüşürken mahallelerin mezhepsel ayrımları keskinleşmeye başlamıştı. Bu güvensizliğe bir örnek olarak Hakların İadesi Operasyonu sırasında, direniş aktivitesinin yoğun olduğu Saray Mahallesi’ndeki Sünni sivillerin güneydeki bir Şii mahallesi üzerinden tahliye edilmesi için yapılan görüşmelerde birçok Sünni Türkmen’in güvenlik kaygısıyla Şii mahallesinden geçmeyi reddetmesi, hatta bazılarının ‘ölmeyi Şii mahallesinden geçmeye tercih edeceklerini’ ve ‘kötü insanları arıyorlarsa Saray Mahallesi’nde değil, güneyde bulabileceklerini’ söylemeleri verilebilir.

Bu bağlamlar içerisinde ilerleyen ikinci safha, hazırlık periyodunu takip eden Ekim 2005-Şubat 2006 arasındaki kısa süreli bir uzlaşma ve görece istikrar periyodudur. Hakların İadesi Operasyonu’yla Telafer, ABD’nin Irak’taki kontrgerilla harekâtları içerisinde ‘temizle-tut-kur’olarak adlandırılan stratejiyle bir başarı hikâyesi olarak anlatılmaktaydı.

Direnişçi aktivitesinin, aşiret rekabetlerinin, gerilimlerin ve ayrımcılıkların kısmen devam etmesine rağmen gerçekten de direniş gruplarının işgalinin sona ermesi Telafer için ilk başta istikrar işaretleri vermişti.

Ek olarak, polis gücüne Sünnilerin de dâhil edilmesine yönelik çabalar olmuş, Sünni ve Şii aşiret reisleri bir araya gelmeye başlamış, Telafer’in önde gelen aşiretleri olan Şii Çolaklar ve Sünni Ferhatlar arasındaki sorunlar çözülme belirtisi göstermiş, Şubat 2006’da Sünni ve Şii aşiret reisleri geniş bir uzlaşma toplantısı düzenlemiş ve kentin ortak idaresi konusunda tartışmalar yapmıştı.

Üçüncü safha, birbiri ardına gerçekleşen olaylar neticesinde Şubat 2006’da başlayıp Şubat 2011’e kadar sürecek olan tırmanma ve yoğunlaşma periyodudur.

Şubat 2006’da Samarra’da Şiilerin büyük kutsiyet atfettiği elAskeri Türbesi’ne el-Kaide’nin düzenlendiği saldırıdan sonra mezhepçi gerilim Irak’ın genelinde olduğu gibi Telafer’de de tırmanma işaretleri göstermişti.

Bu saldırıdan birkaç hafta önce ABD birliği bölgeden geniş ölçüde çekilmişti. Aslında Samarra saldırısının Telafer’e etkisi, Irak’ın bir bölgesindeki ciddi bir mezhepçi aktivitenin diğer bir bölgede sadece sembolik bir anlama sahip olmadığını göstermektedir.

Saldırının ardından Sünni ve Şiiler arasındaki suikastların sayısı artmaya başlamış, bölgedeki el-Kaide varlığı yeniden canlılık göstermiş, direnişçiler ABD ordusuyla iş birliği yapan Sünni ve Şiilere saldırılar düzenlemeye başlamış ve aşiretler arasındaki ilişkiler gerilmişti.

Yeni kriz dönemin kırılma yaşadığı en ciddi yer, anket katılımcılarının Telafer’de mezhepçiliği tırmandıran esas nokta olarak belirttiği 27 Mart 2007’deki bombalı saldırı ve akabinde gerçekleşen olaylardır. Bir insani yardım kuruluşu tarafından gönderilmiş süsü verilen bir ekmek kamyonu Şii Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir mahallede patlatılmış, aynı gün içinde yine bir Şii mahallesindeki kalabalık bir pazar yerinde bomba yüklü bir araç infilak ettirilmişti. Olay gecesi, Şii polis güçleri ve maskeli silahlı gruplar Sünni bir mahalle olan el-Vahada’ya Mehdi Ordusu’na bağlı Şii militanların da dahil olduğu iddia edilen bir baskın yapmış, rastgele evlerden çıkardıkları Sünni Türkmen erkekleri sokakta öldürmüşlerdi ve Telafer’in polis gücü içerisindeki Sünni Türkmenler kovulmuş, yerlerine Şii Türkmenler getirilmişti.

Bu, Telafer’de Şiilerin yaptığı ilk büyük misillemeydi ve bundan sonraki yıllar karşılıklı misillemelerle geçecekti. Mesela, benzer bir olay 8 Ağustos 2008’de yaşanmış, Şii mahallesindeki bir sebze halinde bomba yüklü bir kamyon patlatılmış, eylemin ardından Şii siviller polislerle birlikte Sünnilere saldırmıştı.

Artan gerilim, şiddet olayları ve tehditler sonucunda kentin belediye başkanı ve polis müdürü olan Necim el-Cuburi (Musullu Sünni Arap ve eski Baas partili), Eylül 2008’de güvenlik kaygılarını belirterek kenti terk etmişti ki Cuburi 2005 baharında Telafer polis müdürlüğü görevini aldığında kendinden önceki altmış kişi bu görevi reddetmişti.

Ayrıca, yaşanan çatışmaların bölge üzerindeki etkisini göstermesi bakımından, ABD’nin Irak’ı işgalinden önce 3,488 işyeri olan şehirde 2007 itibariyle 221 işyerinin açık kaldığının belirtilmesi temsili nitelikte olacaktır.

Bu güvensizlik ortamında, akamete uğramış uzlaşma teşebbüsleri de görülmüştü. Mesela, uzlaşma çabalarına öncülük etmeye çalışan Telaferli iki aşiret reisi 9 Haziran 2008’de silahlı saldırıya uğrayarak hayatlarını kaybetmişti.

Ayrıca, katılımcılar uzlaşma çabalarının ‘içeriden ya da dışarıdan’ tehditlerle sürekli sekteye uğradığını belirtmiştir.

Dördüncü safha, terörist saldırılar, aşiretler arası rekabetler, misillemeler ve ayrımcı politikalar çerçevesinde süren mezhep çatışmasını durdurmaya yönelik Türkiye’nin öncülüğüyle gerçekleştirilen bir girişimle Şubat 2011’de başlayan yumuşama periyodudur.

24 Şubat 2011’de, 47 aşiret reisinin ve Telaferli iki milletvekilinin (Taki el-Mevla ve Nebil Harbo) katıldığı ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun nezaretinde Türkiye’de düzenlenen toplantıda gruplar arasında uzlaşma ve çatışmanın çözümü tartışılmıştı.

Telafer Ulusal Barış Komisyonu olarak adlandırılan kurul, bir sonuç bildirgesi yayınlayarak Telafer’in Sünni ve Şiilerine karşı işlenen tüm suçları kınamış, her türlü şiddeti –özellikle mezhepçi şiddeti– reddetmiş, herhangi bir suçtan sorumlu tutulanların aileleri ya da aşiretleri tarafından korunmayacağına ve kamu ve güvenlik hizmetlerinde gruplar arasında adil bir dengenin sağlanacağına dair söz vermişti.

Şii Türkmen milletvekili Taki el-Mevla, 2012’de bir söyleşide, bu uzlaşma girişimlerinin sonuç vermeye başladığının ve Sünni ve Şii aileler arasında evliliklerin yeniden görüldüğün altını çizmişti.

 Katılımcılara göre de Şubat 2011’de başlayıp Haziran 2014’e kadar sürecek olan bu yumuşama periyodunda mezhepçi saldırılar ciddi oranda azalmıştı.

Beşinci ve son safha, 2014 Haziran ayında DAEŞ’in önce Musul’u, bir hafta sonra da Telafer’i işgal etmesiyle başlayan dağılma ve belirsizlik periyodudur. Şii Türkmen ailelerin büyük çoğunluğu Irak’ta Şiilerin çoğunlukta olduğu bölgeler olan Necef, Kerbela ve Hille’ye sığınmak zorunda kalırken, birçok Sünni Türkmen Türkiye’ye, Irak’ta Peşmerge kontrolündeki bölgelere ve Kerkük yakınlarındaki Yahyava mülteci kampına sığınmıştır.

Telafer’de kalan 50-100 bin Sünni Türkmen de DAEŞ’e karşı Musul operasyonuyla birlikte bölgeyi terk etmiştir.

2017’nin Ağustos ayında bölgenin DAEŞ’ten temizlenmesinin ardından bölgedeki düzeni etkileyecek üç temel etkenin bulunduğu söylenebilir: Birincisi, bölgeden göç etmek zorunda kalan Sünni ve Şii Türkmenlerin geri dönüşünün nasıl sağlanacağı; ikincisi, Haşdi Şaabi’nin bölgedeki hakimiyetinin özellikle Sünni Türkmenlerde oluşturduğu korku; üçüncüsü, hem Sünni hem Şii Türkmenlerin DAEŞ işgali süresince yaşadıkları sıkıntılar ve bölgeye dönmeleriyle karşılaşacakları manzaradır. Mesela, bölgedeki Haşdi Şaabi birliğinin Sünni Türkmenlerin geri dönüşüne zorluk çıkarması durumunda ya da DAEŞ’e katılmış Sünni Türkmenlerin ve DAEŞ tarafından yıkılan Şii camilerinin geri dönüş sürecinde birer propaganda aracına dönmesi halinde misillemeleri yönlendirecek bir çatışma zemininin oluşacağı söylenebilir.

İlk olarak, örneklem içerisinde Şiilerin olmaması mezhepçilik konusunda bazı noktalara ışık tutmaktadır: Katılımcılara Şii Türkmenlerin Türkiye’ye neden gelmediği sorulduğunda üç temel iddia öne çıkmaktadır:

Birincisi, Şii Türkmenlerin Irak’ın Şii bölgeleriyle ve topluluklarıyla aralarındaki mezhepsel ayniyet sebebiyle eskiden beri daha yakın olduğunu iddia etmektedir.

 İkincisi, Şii Türkmenlerin, Türkiye’nin Sünnilerin çoğunlukta olduğu bir ülke olması sebebiyle Türkiye’de kendilerine karşı mezhepsel baskı oluşabileceğinden korktukları için Türkiye’ye gelmemeyi tercih ettiklerini ileri sürmektedir.

Üçüncüsü, Türkiye’nin Sünni Türkmenlere aşırı derecede odaklanarak ve Şii Türkmenleri ihmal ederek onları yabancılaştırdığını savunmaktadır. Sonuç olarak, Şii Türkmenlerin DAEŞ işgalleri sonrasında sığındıkları bölgelerde (büyük oranda Necef ve Kerbela’da) yaşadıkları dışlanma ve ayrımcılık sorunlarına dair işaretler bulunsa da katılımcıların iddiaları, Sünnilerin perspektifinde Türkiye ile Şii Türkmenler arasında (potansiyel ya da aktif) bir mezhepsel gündeme dair ipucu vermektedir.

İkinci olarak, anket çalışması mezhep çatışmasının yoğunluğu konusunda fikir vermektedir: Irak’ta yaşadığı bölgede Türkmenler arasında mezhep çatışmasına bizzat ne kadar sık şahit olduğu sorusuna katılımcıların yüzde 48’i çok sık cevabını verirken, yüzde 16’sı sık cevabını vermiştir. Katılımcıların yüzde 13’ü mezhep çatışmasına zaman zaman şahit olduğunu söylerken, yüzde 10’u nadiren şahit olduğunu, yüzde 13’ü ise hiç şahit olmadığını ileri sürmüştür.

Görüldüğü üzere, örneklemin büyük çoğunluğu yoğun bir mezhep çatışması hafızasına sahiptir. Katılımcıların farklı mahallelerden ve aşiretlerden seçilmesine dikkat edildiği düşünülürse, bu sonuç çatışmanın kapsamını göstermektedir.

Öte yandan, katılımcıların yüzde 87’si mezhep çatışmasının Türkmenleri böldüğünü düşünmektedir ki bu, bölgedeki çatışmanın yok sayılamayacak kadar ciddi bir olgu olduğunu göstermektedir.

Bahsedilen bu iki bulgunun, Telafer’deki mezhep çatışmasının niceliğine ve niteliğine dair önemli birer delil oldukları söylenebilir.

Üçüncü olarak, katılımcıların mezhebe ve mezhep kimliğine nasıl baktıklarına dair sonuçlar mezhepsel farkındalık ve aidiyet konusunda bulgular sunmaktadır:

Katılımcıların yüzde 85’i mezhebini çok önemli görürken, mezhebinin önemli olmadığını düşünenlerin oranı yalnızca yüzde 10’dur. Bunun ciddi bir mezhepsel sahipleniş olduğu söylenebilir. Ancak bu sonuç, hayatın mezhep kurallarına sürdürüldüğünü iddia etmez; mezhep kimliğiyle özdeşleşmeyi, bu kimliğin içselleştirilmesini ifade eder.

Diğer bir bulgu, katılımcıların yüzde 98’inin mezhebinden asla vazgeçmeyeceğini söylemesidir ki burada mezhebini önemli görmeyenlerin büyük çoğunluğunun da cümleyi onayladıkları görülmektedir; dolayısıyla mezhebin sadece ilkesel ya da pratik kurallar olarak kişilerin hayatında bulunmadığı, ayrıca kültürel bir varlık olarak toplumda yer aldığı söylenebilir.

Ek olarak, katılımcıların yüzde 93’ü mezheplerini değiştirmeleri durumunda yakın çevrelerinden ciddi tepki alacağını düşünmektedir ki yine mezhep olgusunun toplumdaki yerleşikliğini göstermektedir. Diğer taraftan, katılımcıların mezhep kimliğini diğer kimliklerin yanında nasıl değerlendirdiğine bakılacak olursa, örneklemin üçte biri mezhep kimliğini kendilerini tanımlamada en çok önem verdikleri üç kimlik boyutundan biri olarak sunmuştur. Katılımcıların çok büyük çoğunluğu ilk önceliği yalnızca Müslüman kimliğine verirken, ikinci öncelikler arasında mezhepsel kimlik etnik kimliği takip etmiştir.

Bu, ciddi bir mezhepsel farkındalık olarak değerlendirilebilir. Neticede, Irak Türkmenleri arasında mezhebin 2003 öncesi dönem için ‘göz ardı edilebilir’ bir boyut olduğuna dair iddialar düşünülürse, kısa bir dönem içerisinde gerçekleşen mezhepsel inşanın boyutları görülebilmektedir.

Bu, çatışmanın tarihinden de anlaşılacağı üzere, sadece bireylerin Irak’taki mezhepçi temayüllerden etkilenerek kendi tercihlerinin sonucu olarak ortaya çıkmış bir durum değildir; aksine, bireyler yaşadıkları bölgede ve ülkede gelişen mezhepçilikten dolayı buna zorlanmışlardır.

Dördüncü olarak, katılımcıların mezhepsel ayrıma dayanan pratikleri mezhepçilik konusuna ışık tutmaktadır: Öncelikle, yüzde 63’lük bir oranla katılımcıların çoğunluğu, arkadaşlarının büyük çoğunluğunun ya da hepsinin Sünni olduğunu belirtmiştir.

Bu çoğunluk ele alınacak olursa, bahsedilen durumun sadece kendi tercihlerinin sonucu olmadığı, yaşadıkları bölgelerin Sünnilerden oluşmasıyla alakalı olduğu söylenebilir. Ancak bu durumda da yaşadıkları bölgenin Sünni-Şii hatlarıyla bölündüğü düşünülebilir.

Telafer, Sünni kuzey ve Şii güney olarak genel anlamda bölünmüş durumdaydı ancak Sünni ve Şiilerin bir arada yaşadığı bölgeler, aynı aşiretten oldukları vakalar göz önüne alınırsa bunun mutlak bir bölünme olduğu söylenemez.

Diğer taraftan, arkadaşlarının en az yarısı Şiilerden oluşanların oranının yüzde 37 olduğu düşünülürse mezhepçi pratikleri tatbik etmeyen önemli bir kesimin varlığı onaylanmış olur.

Öte yandan, katılımcıların yüzde 78’si Şiilerle arkadaş olmakta bir sakınca görmediğini belirtmiştir ki bu oran arkadaşlarının tamamı Sünnilerden oluşan yüzde 35’lik kesim düşünüldüğünde bölgeler arasında mezhepçi bir bölünmenin varlığını bir dereceye kadar onaylar zira önemli bir kesim Şiilerle arkadaş olmakta bir sakınca görmese de arkadaş olma imkânına sahip olamamıştır.

Ayrıca, Şiilerle arkadaş olmayı sorunlu görmeyenlerin yüksek oranı, mezhepçiliğin toplumun çoğunluğuna hâkim olmadığına işaret etmektedir.

Öte yandan, katılımcıların yüzde 60’ı akrabaları arasında Şiilerin bulunduğunu ifade ederken, yüzde 40’ı hiçbir akrabasının Şii olmadığını beyan etmiştir.

 Şii akrabaları bulunanların çoğunluğu teşkil etmesi mezhepçiliğin çoğunluğa hâkim olmadığını söylese de Şii akrabası bulunmayanlar da önemli bir kesim oluşturmaktadır ve mezhepçi pratiklerin yoğun tatbiki konusunda fikir vermektedir.

Beşinci olarak, katılımcıların Sünni ve Şii Araplar arasında ayrım yapıp yapmadığı mezhepçilik için önemlidir: Katılımcıların Sünni ve Şii Araplarla komşuluğa ve evliliğe nasıl baktıklarına ve bu gruplara güvenlerine yönelik sorularda çoğunluk, Sünni Araplar hakkında olumlu görüş bildirmişken, Şii Araplardan yana olumsuz bir tavır ortaya koymuştur.

Katılımcıların Sünni ve Şii Araplara bakışı kıyaslandığında, Sünni Araplara yönelik yüzde 24-36 aralığında değişen daha olumlu bir bakış söz konusudur.

Bu, direkt olarak mezhepsel bir olumlama/olumsuzlama anlamına gelmektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, katılımcıların yaşadıkları bölge düşünüldüğünde Sünni Araplarla coğrafi olarak yakın olmalarına rağmen bu bölgelerde hemen hemen hiçbir Şii Arap yerleşimi bulunmamasıdır.70 Başka bir deyişle, Şii Araplarla ilgili fikirleri neredeyse tamamen dış etkilerle şekillenmiştir.

Bu negatif tutumun, Şiiler ve Sünniler arasında varsayılan ‘doğal ve verili’ tarihsel ve doktriner düşmanlık sebebiyle ortaya çıktığı iddia edilemez zira bu argüman Şii Türkmenlerle Şii Araplar arasında da bir fark gözetmeyen üstün bir mezhep kimliği ön kabulüne dayanır ki pratiğin öyle olmadığı aşağıda görülecektir. Tarihsel düşmanlık argümanı yerine mevcut siyasi atmosferin oluşturduğu mezhepçi imgeler daha açıklayıcı görünmektedir.

Altıncı olarak Sunni ve Şii Türkmenler arasındaki ilişkiler mezhepçi eğilimlerle alakalı en çok fikir verecek husustur: Öncelikle katılımcıların yüzde 79'u Şii Türkmenlerle komşu olmakta bir sakınca görmediğini söylerken, yüzde 21'i Şii Türkmenlerle komşu olmak istemeğini belirtmiştir. Mahallelerin Sünni-Şii hattında ayrılma temayülü gösterdiği Telafer gibi yerler için bu oran önemlidir.

Yaşam bölgesinde yoğun bir mezhep çatışması atmosferine maruz kalmış bir örneklemin katılımcılarının büyük çoğunluğunun ‘karşı mezhep grubu’ ile hala bir arada yaşama isteği gösterdiği görülebilmektedir. Bu durum, mezhepçiliğin popülerliğini yanlışlamaktadır.

Diğer taraftan, katılımcıların yüzde 51’i Şii Türkmenlere çok güvendiğini belirtirken, yüzde 20’si güvendiğini, yüzde 17’si pek güvenmediğini, yüzde 12’si hiç güvenmediğini belirtmiştir.

Buradan iki farklı sonuç çıkarılabilmektedir: Birincisi, Şii Türkmenlere güvenmeyenlerin oranının Şii Türkmenlerle komşu olmak istemeyenlerin oranından az da olsa daha yüksek olduğu düşünülürse, bazı katılımcıların Şii Türkmenlere güvenmese de bir arada yaşamak konusunda istekli olduğu düşünülebilir ki bu da mezhepçiliğin ve ‘karşı mezhep grubu’ imgelerinin geri plana atılabileceğini göstermektedir.

 İkincisi, katılımcıların Sünni Araplara güven oranının Şii Türkmenlere güven oranından az da olsa daha yüksek olması dikkat edilecek bir husustur zira burada mezhepsel yakınlık etnik yakınlığı öncelemektedir.

Diğer taraftan, Şii Türkmenlerle evlilik meselesi mezhep grupları arasındaki pratikler bakımından daha zorlayıcı görünmektedir: Katılımcıların yüzde 41’i çocuklarının Şii Türkmenlerle evlenmesini az ya da çok sorunlu olarak görürken, yüzde 32’si böyle bir evliliğin pek sorunlu olmadığını düşünmekte ve yalnızca yüzde 27’si böyle bir evlilikte hiçbir sakınca görmemektedir.

Bu bölüm, bir önceki bölümde anlatılanlardan ve başka bir çıkarımdan hareketle kapatılabilir: Kan davası çatışmaları ve mezhep ve aşiret çatışmalarının birbirine gömülü olması durumu (özellikle özünde aşiret çatışması olan bir gerilimin Sünni ve Şii aşiretler arasında yaşandığı için mezhep çatışması olarak görülmesi) anlaşılmadan en azından Telafer vakasında mezhep çatışması açıklanamayacaktır.

Görüldüğü üzere ABD askeri notları, bölgedeki çatışmanın aşiret boyutuna dikkat çekerken, katılımcılara yaşadıkları bölgedeki aşiret çatışmasının sıklığı sorulduğunda mezhep çatışmasına oranla çok daha az görüldüğüne yönelik cevaplar alınmıştır: Yalnızca yüzde 26, yaşadığı bölgede aşiretler arası çatışmaya sık ya da çok sık şahit olduğunu ifade ederken, geri kalan yüzde 74’lük kesim bölgelerinde aşiret çatışmasının ya hiç olmadığını ya da çok nadiren veya bazen görüldüğünü iddia etmektedir.

Yukarıda belirtildiği üzere, katılımcıların yüzde 64’ü Türkmenler arasında mezhep çatışmasına sık ya da çok sık şahit olduğunu ifade etmiştir. Aslında, iki süreç birbirini sürekli olarak beslemiştir: mezhepçiliğin aşiretselleştirilmesi ve aşiretçiliğin mezhepselleştirilmesi.

Bu noktada, mezheple iç içe siyasi imgelerin olayları yorumlamadaki etkisi de görülmektedir zira olayların bu kadar kolay bir şekilde mezhepçi gündem içerisinde ele alınmasının en önemli katalizörü bu imgelerin hazır bulunmasıdır. Aktörler, imgeler ve sosyal düzen tarafından sürekli olarak yeniden inşa edilen bu cebri mezhepçilik, insanları belli bir yönde hareket etmeye yönlendirmekte ya da zorlamaktadır.

SONUÇ

Bu bölümde, elde edilen bulgulardan ve çizilen çerçevelerden yola çıkılarak Telafer, Irak ve Orta Doğu’da mezhepçiliğe yönelik daha geniş çıkarımlarda ve önerilerde bulunulacaktır, ancak genellemeler yapılabilmesi için farklı yerel bağlamların karşılaştırılmasının gerektiği not düşülmelidir. Bu noktada, en az dört temel başlığın öne çıktığı söylenebilir: Birincisi, Telafer’deki mezhepçiliğin evrimidir.

Mezhepçiliğin inşasını ve çoklu kimliklerle karşılıklı etkileşimini gösteren Telafer vakasının DAEŞ sonrası geliştirilecek olan süreçlerle nasıl bir dönüşüm yaşayacağı büyük oranda aşiretler arasındaki (özellikle DAEŞ’e katılmış Sünni Türkmenler hakkındaki) müzakerelere, bölgede gerçekleştirilmesi muhtemel DAEŞ eylemlerine ve bölgeyi temizleyen ve kontrol altında tutan silahlı güç olarak Haşdi Şaabi’nin uygulamalarına bağlı olacaktır.

Bahsedilen şartlara bağımlılık, mezhepçiliğin inşası hususuna tekrar işaret etmekle birlikte aynı zamanda yapı sökümünün de mümkün olabileceğini haber vermektedir. İkincisi, giriş bölümünde bahsedildiği üzere farklı yerelliklerin öz-imgeler ve öteki-imgeleri oluşturmadaki etkisidir.

Başka bir deyişle, Telafer, Bağdat, Diyala ya da herhangi bir bağlamdaki mezhepçilik, kendi yerel bağ- lamlarını aşarak ülke ya da bölgedeki Sünni ve Şiilerin birbirleri hakkındaki genel bilgi ve algılarını üreten süreçler olarak çalışabilmektedir.

Mesela, bu çalışmanın örneklemindeki katılımcıların Irak’ın Sünnilerinin yaklaşık yarısının ve Şiilerinin yarısından fazlasının birbirine düşman olduğunu düşünmesi bir gözlem değildir ancak bu imgelerle oluşturulmuş bir varsayımdır.

Bu şekilde, farklı yerellikler arasında doğrudan bir nedensellik olduğu iddia edilemese de aralarındaki ilişkinin sembolik olduğunu söylemek de mümkün değildir. Dolayısıyla, farklı bağlamlarda gelişen mezhepçi aktivitelerin birbiriyle ilişkisini sadece olgular üzerinden (mesela misillemeler, bölgesel örgütler vb.) kurmak açıklayıcı olmayacaktır.

Üçüncüsü, teorik yaklaşımların farklılaşmasında en önemli hususlardan birini teşkil eden istikamet meselesidir.

İlkçi yaklaşımlar mezhepçiliği verili anlamda hem yukarıdan ‘arz edilen’ hem de aşağıdan ‘talep edilen’ bir olgu olarak alırken, araçsalcılar sadece yukarıdan aşağıya etkiye odaklanmaktadır. İnşacı yaklaşımın ışığında ise Telafer’de verili olmayan yatay ve dikey inşa süreçleri ve değişkenleri görülebilmektedir.

 Aslında Telafer’deki mezhepçilik, daha önce bahsedilen dört ana unsurun (direnişçi gruplar, güvenlik güçleri, ABD ordusu, aşiretler) birbirleriyle ve kendi içlerinde yatay ve dikey ilişkileriyle ortaya çıkmış ve bu etkenlerden özellikle birisinin (aşiretler ve aşiret düzeni) varlığıyla etkisini devam ettirebilmiş bir vaka olarak görünmektedir.

Telafer’in bu durumu, ilk bakışta, Sünni Arap aşiretlerinin ve militan örgütlerin kuvvetli olduğu Anbar ve Musul gibi vilayetleri andırmaktadır. Özellikle Nuri el-Maliki’nin 2006-2014 yılları arasındaki başbakanlık döneminde Irak güvenlik güçlerinin bu bölgelerdeki ‘Sünni karşıtı’ uygulamaları dikkate alındığında bu benzerlik dairesinin çapı genişlemektedir.

Diğer taraftan, hem Sünni bölgelerdeki mezhepçiliğin Şii bölgelerdeki izdüşümü hem Şii hakimiyetindeki hükümetlerin ve Şii militan örgütlerin Şii kimliğini ve toplulukları konsolide etmeye yönelik faaliyetleri Şiiler arasında mezhepçiliğe Telafer’e benzer bir istikamet çizmektedir.

Bir yerel bağlam olarak Telafer’in ülke ve bölgesel bağlamdaki mezhepçiliğe yönelik söyleyebileceği bir diğer husus analiz birimi meselesidir.

Üçüncü bölümde anlatılan mezhepçi aktiviteye bakıldığında en az dört temel analiz biriminin öne çıktığı görülecektir: uluslararası (devletler/toplumlar arası tabaka), devlet (resmi tabaka), devlet-dışı aktörler (orta tabaka) ve toplum (popüler tabaka).

Mezhepçilik, en azından Telafer vakasında, birbiriyle bağlantılı bu dört tabakada farklı formlarda ve yoğunluklarda faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla mezhepçiliği yekpare bir olgu olarak ele almak yanlış çıkarımlara götürecektir.

Bu tabakalar arasındaki ilişkinin gösterilmesi, mezhepçilik üzerine çalışmaların temel önceliklerinden biri olmalıdır zira mezhepçiliğin esas dinamiği ilişkiseldir. Ayrıca farklı vakalardaki analiz birimleri ortaya çıkarılarak benzerlik ve farklılıkların karşılaştırılmasıyla mezhepçilik konusuna yönelik daha geniş bir çerçeve elde edilebilir.

KAYNAKÇAYI ve YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

SOLİTİRAZ.COM

Facebook'ta Sol İtiraz