ABD niçin savaşsız duramıyor? / Jacques R. Pauwels
Global Research notu: Bu keskin makale 30 Nisan 2003 tarihinde, Irak Savaşı henüz başlamışken tarihçi ve siyasetbilimci Dr. Jacques Pauwels tarafından kaleme alındı.
Makale genel olarak George W. Bush'un başkanlığını ele alıyor.
Doğru zamanlı bir soru: Başkan Trump niçin savaşa ve 1,2 trilyon dolarlık nükleer savaş programına ihtiyaç duyuyor?
Kuzey Kore, İran, Rusya ve Çin karşısındaki savaş planları Pentagon'un masasında durmaya devam ediyor.
Kore, Vietnam, Kamboçya, Irak, Libya, Suriye, Yemen…
ABD niçin yarım yüzyıldan fazla süredir savaş halinde? Ve biz bu yıllara niçin “savaş sonrası dönem” diyoruz?
Ve Amerikalılar ABD'nin savaş gündemini neden destekliyor?
* * *
Savaşlar insan hayatının ve kaynakların korkunç bir israfıdır ve bu nedenle pek çok insan ilkesel olarak savaş karşıtıdır. Fakat ABD Başkanı savaşa âşık gözüküyor. Niçin? Pek çok yorumcu cevabı psikolojik faktörlerde aramıştır. Bazıları George W. Bush'un, babasının Körfez Savaşında başlayıp bazı karanlık nedenler yüzünden tamamlamadığı işi bitirmek istediği fikrindeler. Diğerleri de Küçük Bush'un kendisine Beyaz Saray'da ikinci bir dönem kazandıracak, muzaffer çıkacağı kısa bir savaş umduğuna inanıyorlar.
Ben, ABD Başkanının davranışını açıklamak için başka bir yere bakmamız gerektiğine inanıyorum.
Bush'un savaşa düşkün olmasında psikolojik durumunun ya çok az etkisi var, ya da hiç yok; asıl rolü oynayan Amerikan ekonomik sistemidir. Bu sistem -Amerikan usulü kapitalizm- öncelikli olarak ve en çok, Bush “para hanedanı” gibi Amerikalı zenginleri daha da zenginleştirme işlevi görür. Bununla birlikte bu sistemin, sıcak ya da soğuk savaşlar olmaksızın zengin Amerikalıların doğuştan gelen hakları saydığı görülebilecek en büyük kârları üretmesi mümkün olmazdı.
Amerikan kapitalizminin en kuvvetli tarafı aynı zamanda en büyük zayıflığıdır da, adını vermek gerekirse aşırı üretkenliğidir bu. Kapitalizm adını verdiğimiz uluslararası ekonomik sistemin tarihsel gelişiminde birkaç faktörün üretim artışında muazzam etkisi olmuştur. Mesela 18. yüzyılın başında İngiltere'de başlayan üretim sürecinin mekanizasyonu. 20. yüzyılın başlarında ise Amerikalı sanayiciler montaj hattı gibi yeni tekniklerle işin otomatizasyonuna çok önemli katkılar sundular. Bu ikincisi Henry Ford'un keşfiydi ve bu teknikler bu nedenle genel olarak “Fordizm” adıyla anılır oldular. Büyük Amerikan işletmelerinin üretim verimliliği dikkate değer oranda arttı.
Mesela, daha 1920'lerde Mişigan'daki otomobil fabrikalarında her gün sayısız montaj hattı tekerleği dönüyordu. Fakat tüm bu arabaları kim alacaktı? O dönemdeki Amerikalıların çoğunun bu türden alışverişler yapmak için yeterli paraları yoktu. Diğer sanayi ürünleri de benzer bir şekilde pazarları doldurdu ve sonuç her geçen gün artan ekonomik arz ile bunun gerisinde kalan talebin yarattığı kronik bir uyumsuzluğun doğuşuydu. Böylece genelde “Büyük Depresyon” olarak bilinen ekonomik kriz başgösterdi. Bu, temelde aşırı üretimden kaynaklanmış bir krizdi. Ambarlar satılmamış mallar, fabrikalar işten atılmış işçilerle doluydu. İşsizlik patlarken Amerikan halkının satın alma gücü dibe vurmuş ve bu da krizi daha beter hale getirmişti.
Amerika'daki Büyük Depresyon'un sadece İkinci Dünya Savaşı'nda ve onun sayesinde sonlandığı inkâr edilemez. (Başkan Roosevelt'in en büyük hayranları bile onun fazlaca reklamı yapılmış “New Deal” politikalarının bunda çok az etkisi olduğunu ya da hiç rol oynamadığını kabul ediyorlar.) Avrupa'da başlayıp ABD'nin 1942'ye kadar aktif bir şekilde dahil olmadığı savaş Amerikan sanayisine sınırsız ölçüde harp malzemesi üretme fırsatı verdiğinde, ekonomik talep de dikkat çekici ölçüde arttı. 1940-1945 yılları arasında Amerikan devleti bu malzemelere 185 milyar dolar sarf etti ve askeri harcamalar 1939-1945 arasında gayri safi milli hasılanın %1,5'undan %40'ına ulaştı. Amerikan sanayisi ayrıca Britanya ve hatta Sovyetlere kiralama yoluyla muazzam miktarda teçhizat sağlamıştı. (Bu arada Ford, GM ve ITT gibi Amerikan şirketlerinin Almanya'daki ortakları Naziler için her türlü uçak, tank ve diğer savaş oyuncakları üretiyorlardı. Bu durum Pearl Harbor'dan sonra da devam etti fakat bu başka bir öyküdür.) Büyük Depresyon'un ana problemi -arz ile talep arasındaki eşitsizlik- böylece çözülmüş oldu, zira devlet askeri siparişler yoluyla ekonomik talebe para pompalıyordu.
Ortalama Amerikalının korktuğu gibi olmadı; Washington'un askeri harcamaları tam istihdam yaratmakla kalmamış ücretler de her zamankinden çok daha fazla artmıştı. İkinci Dünya Savaşı esnasında Büyük Depresyon'un eşlik ettiği yaygın sefalet son buldu ve Amerikan halkının çoğu umulmadık bir refah seviyesi elde etti. Bununla birlikte savaş dönemi ekonomik yükselişinin en büyük kazananları ülkenin sıradışı kârlar elde eden iş adamları ve tekelleriydi.
Tarihçi Stuart D. Brandes'in yazdığına göre Amerika'nın en büyük 2000 firmasının 1942 ve 1945 yılları arasındaki net kârları 1936-1939 yılları arasındaki rakamlardan %40 daha fazlaydı. Kârların bu kadar artması, tarihçinin açıklamasına göre devletin milyarlarca dolarlık askeri malzeme üretimi emrini verirken fiyat kontrolünü başaramaması ve kârın vergilendirmesini -eğer hiç değilse- çok az yapmasıydı. Bu durum genelde Amerikan iş dünyasına, fakat özelde görece çok sınırlı bir elit olan “büyük iş” ya da “şirket Amerikası” olarak bilinen büyük şirketlere yaradı. Savaş sırasında 60'dan daha az firma kârlı ordu ve devlet siparişlerinin toplamda %75'ini aldı. Ford, IBM vs. gibi büyük firmalar kendilerini “savaş domuzları” olarak ifşa ettiler diye yazıyor Brandes. Bu durum devletin askeri harcamarını oburca tüketmelerinden kaynaklanıyordu. Örneğin IBM savaş siparişleri sayesinde 1940 ve 1945 arasındaki askeri satışlarını 46 milyondan 140 milyon dolara çıkarmıştı.
Amerika'nın büyük şirketleri Fordist yöntemi üretimi azami hale getirmek için sonuna kadar sömürdüler, fakat bu bile Amerikan devletinin savaş zamanı ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyordu. Daha fazla teçhizat gerekiyordu ve bunların üretilebilmesi için Amerika yeni fabrikalara ve hatta daha etkili teknolojiye ihtiyaç duymaya başladı. Bu yeni varlıkların keşfi gecikmedi ve bu sayede de ülkenin tüm üretim tesislerinin toplam değeri 1939 ve 1945 arasında 40 milyardan 66 milyar dolara yükseldi. Fakat tüm bu yeni yatırımların arkasında özel sektör yoktu, 30'lardaki aşırı üretim tecrübeleri nedeniyle Amerikalı işadamları bu görevi çok riskli bulmuşlardı. Bu nedenle devlet 2000'den fazla savunma tabanlı projeye 17 milyar dolar yatırarak bu işi üslenmiş oldu. Nominal ücretin karşılığı olarak da özel sermayeli bu şirketlerin ürettiklerini tekrar devlete satarak kâr etmeleri için bu yeni fabrikaları kiralamalarına izin verildi. Dahası, savaş bittiğinde ve Washington bu yatırımlardan vazgeçmek istediğinde ülkenin büyük şirketleri hepsini gerçek değerlerinin yarısına, bazen de üçte bir fiyatına satın aldılar.
Amerika savaşı nasıl finanse etti, Washington GM, ITT ve diğer savaş malzemesi üreticisi şirketlerin yüklü faturalarını nasıl ödedi? Cevap, kısmen vergilendirme -yaklaşık %45- fakat daha çok borç -aşağı yukarı %55- yoluyla olduğudur. Bunun sonucu olarak kamu borcu dramatik biçimde arttı, 1939'da 3 milyar dolar olan borç 1945'te 45 milyardan daha az değildi. Teorik olarak Amerika'nın büyük şirketlerinin savaş sırasında edindikleri muazzam kârların vergilendirilmesi yoluyla borcun azalması ya da tamamen ortadan kalkması gerekiyordu, fakat gerçek durum farklıydı.
Daha önce değinildiği üzere Amerikan devleti manidar bir şekilde şirket Amerikası'nın dev kârlarını vergilendirmeyi başaramadı, kamu borcunun artmasına neden oldu ve borçlarının faizlerini doğrudan ve dolaylı vergilerle ödedi. Özellikle Ekim 1942'deki regresif vergi yasası ile bu borçlar süper zenginler ve şirketlere değil de işçilere ve diğer düşük ücretli Amerikalılara ödetildi. Amerikalı tarihçi Sean Dennis Cashman'ın gözlemlediği gibi “Savaşı finanse etmenin yükü toplumun yoksul üyelerinin sırtına yüklendi.”
Bununla birlikte savaşla meşgul edilen ve tam istihdam ile yüksek ücretlerin parıltısından gözleri kamaşmış Amerikan halkı bunun farkına varamadı. Öte yandan zengin Amerikalılar savaşın kendilerine ve şirketlerine harika bir şekilde nasıl para kazandırdığının çok iyi farkındaydılar. Washington savaşı finanse etmek için ihtiyaç duyduğu parayı da “tesadüfen” zengin işadamlarından, banker ve sigortacılardan ve diğer büyük yatırıcımlardan ödünç alıyordu. Böylece şirket Amerikası ünlü savaş tahvillerinin satın alınmasından elde edilen yüksek faizlerin de aslan payını kapmış oluyordu. En azından teorik olarak zenginler ve Amerika'nın güçlüleri sözde serbest teşebbüsün büyük savunucularıydılar ve devletin ekonomiye herhangi bir şekilde müdahalesine karşıydılar. Fakat savaş sırasında Amerikan devletinin ekonomiyi yönetip finanse etmesine hiçbir itirazları olmadı, zira serbest teşebbüsün bu büyük ölçekli ihlali olmaksızın bu yıllarda elde ettikleri kollektif kârları toplamaları mümkün olmazdı.
İkinci Dünya Savaşı esnasında büyük şirketlerin zengin sahipleri ve üst düzey yöneticileri çok önemli bir ders öğrendiler: bir savaş sırasında kazanılacak çok ama çok para vardır. Başka bir deyişle kârların maksimize edilmesi zorlu hedefine -kapitalist Amerikan ekonomisinin temel amacı- savaş sırasında barışta olduğundan çok daha hızlı bir şekilde varılabilir. Bununla birlikte bunun için hayırsever devletin işbirliği şarttır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bile zengin ve kudretli Amerika bunun çok iyi farkındaydı. Aynı şekilde onların Beyaz Saray'daki bugünkü adamları (2003, George W. Bush), zengin aile efradının çıkarlarını gözetmek için Beyaz Saray'a paraşütle indirilen “para hanedanının” asil çocuğu da bunun çok iyi farkındadır.
1945 yılının baharında muazzam kârların menbaı olan savaşın yakında son bulacağı anlaşılmıştı. Sonrasında ne olacaktı? Ekonomistler arasındaki pek çok şom ağızlı, Amerika'nın politika ve sanayi liderlerini rahatsız edecek senaryolar uydurdu. Savaş sırasında sadece Washington'un askeri teçhizat satışları nedeniyle ekonomik talep restore edilmiş ve bu durum tam istihdam ve beklenmedik kârlar doğurmuştu. Barışın geri gelmesiyle arz ile talep arasındaki uyumsuzluk hayaletinin Amerika'yı çarpma tehdidi tekrar başgöstermişti, hatta bunun doğuracağı kriz “kirli otuzların” Büyük Depresyon'undan bile daha ağır olabilirdi. Çünkü daha önce değindiğimiz gibi ülkenin savaş sırasındaki üretim kapasitesi dikkate değer oranda artmıştı. Milyonlarca savaş gazisinin ülkeye dönüp iş aramalarıyla işçilerin atılmasının birlikte yaratacağı işsizlik ve satın alma gücündeki azalma talep açığını daha da kötüleştirecekti. Amerika'nın zengin ve güçlülerinin perspektifinden bakıldığında istikbaldeki işsizlik değildi sorun, asıl problem dev kârların altın çağının son bulmasıydı. Böylesi bir felaket engellenmeliydi, ama nasıl?
Devletin askeri harcamaları yüksek kârların kaynağıydı. Bu kârların sürmesi için -Almanya ve Japonya yenildiğinden- acilen yeni düşmanlar ve yeni savaş tehditleri gerekiyordu. Ne mutlu ki Sovyetler Birliği mevcuttu, bu ülke Stalingrad ve başka yerlerde Amerikalılar lehine kestaneleri ateşten almış çok faydalı bir müttefik olmakla birlikte sahibi olduğu komünist idealleri ve pratiği ABD'nin yeni öcüsüne dönüştürülmesini çok kolaylaştırıyordu. Pek çok Amerikalı tarihçi bugün, 1945'teki Sovyetler Birliği'nin üstün ABD için ekonomik ve askeri açıdan bir tehdit arz etmediğini ve Washington'un da aslında Sovyetleri tehdit olarak görmediğini kabul etmektedir. Bu tarihçiler ayrıca Moskova'nın da savaş sonrası dönemde Washington ile yakın çalışmaya çok istekli olduğunu belirtiyorlar.
İşin aslı Moskova'nın, atom bombasına tek başına sahip olmanın güvenine sahip süpergüç ABD ile yapacağı bir çatışmadan elde edeceği hiçbir şey yoktu, aksine herşeyini kaybedebilirdi bile. Bununla birlikte Amerika -süper zenginlerin şirket Amerika'sı- ülke ekonomisinin tekerleklerinin savaşın sonunda da aynı hızla dönmesi ve böylece kâr oranlarının değişmemesi hatta daha da yükselmesi için savunmaya aktardıkları devasa harcamaları meşru göstermek için acil bir şekilde düşmana ihtiyaç duyuyordu. İşte bu nedenle Soğuk Savaş 1945'te, Sovyetler tarafından değil de Başkan Eisenhower'ın “savaş ekonomisinden” kâr devşirmeyi iyi bilen elit zengin şahıslar ve şirketler için kullandığı “askeri-endüstriyel kompleks” tarafından başlatılmış oldu.
Bu açıdan bakıldığında Soğuk Savaş en meraklılarının beklentilerinin de ötesine geçti. Çok daha fazla miktarda askeri teçhizat üretilmek zorunda kalınacaktı çünkü sözde “özgür dünya”daki müttefiklerin -bunlar arasında pek çok kesif diktatörlük de vardı- tepeden tırnağa ABD ürünleriyle silahlandırılması gerekiyordu. İlaveten ABD'nin kendi silahlı kuvvetleri de daha büyük ve gelişmiş tanklara, uçak, roketler ve evet kimyasal ve mikrobik silahlar ile diğer kitle imha silahlarına olan talebini hiç durdurmadı. Pentagon bu malzemeler için zor sorular sormaksızın yüklü faturaları ödemeye her zaman hazırdı. İkinci Dünya Savaşı'nda olduğu gibi bunda da yine ağırlıklı olarak siparişler büyük firmalara verildi. Soğuk Savaş beklenmedik kârlar doğurdu ve bunlar şirket sahiplerinin, üst düzey yöneticiler ve bu şirketlerin hisse ortakları gibi aşırı zenginlerin kasalarına aktı. (ABD'deki yeni emekli olmuş Pentagon generallerinin rutin bir şekilde askeri üretimde faal büyük şirketlerde danışmanlık gibi görevlere getirilmeleri ve bu şirketlerdeki işadamlarının Savunma Bakanlığındaki yüksek makamlara ya da başkanların danışmanlıklarına atanmaları size şaşırtıcı geliyor mu?)
Soğuk Savaş sırasında da Amerikan devleti zirve yapmış askeri harcamalarını borçlanarak finanse etti ve bu durum kamunun borçlanmasına yol açtı. 1945'te kamu borcu “sadece” 258 milyar dolar iken Soğuk Savaş'ın bittiği yıl olan 1990'da bu rakam 3.2 trilyon doları bulmuştu! Bu olağanüstü bir artıştı, üstelik enflasyon oranları ve bunun da Amerikan devletini dünyanın en büyük borçlusu haline getirdiği de göz önüne alınmalıdır (2002 Haziran'ında Amerikan kamu borcu 6.1 trilyon dolara ulaşacaktı.) Washington Soğuk Savaş'ın masrafını silahlanma partisine katılan şirketlerin dev kârlarını vergilendirerek çıkarabilirdi, fakat bu hiçbir zaman sözkonusu bile edilmemiştir. 1945'te İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde ve yerini Soğuk Savaş aldığında tekeller hala vergilerin %50'sini ödüyorlardı fakat Soğuk Savaş sırasında bu pay giderek azaldı. Günümüzde bu miktar aşağı yukarı %1'lik bir orana tekabül etmektedir.
Bu mümkün olabilmiştir, zira Washington'daki hükümetin neyi yapıp neyi yapmayacağını bütçe işleri de dahil olmak üzere ağırlıklı olarak ülkenin büyük şirketleri belirlemektedir.
İlaveten, şirketlerin vergi borçlarını düşürmek daha kolay oldu, zira İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu şirketler kendilerini çok uluslu kıldılar. Amerikalı bir yazarın ITT hakkında yazdığı gibi bunlar “evde her yerde ve hiçbir yerde idiler” ve bu nedenle her yerde dikkate değer vergiler ödemekten kaçabildiler. En büyük kârları topladıkları ABD'de Amerikalı çokuluslu ortakların tamamının %37'si ve -tüm yabancı çokuluslu ortakların %70'inden fazlası- 1991 yılında tek bir dolar vergi bile ödemediler ve geri kalan çokuluslular kârlarının sadece %1'den azını vergiye harcadılar.
Soğuk Savaş'ın dev masrafları böylece bundan kârlı çıkanlara ödetilmemiş oluyordu. Bu kişiler ayrıca devlet tahvillerine ödenen kârların da aslan payını alıyor ve bu yük Amerikan işçilerinin ve orta sınıfının omzuna bindiriliyordu. Bu düşük ve orta gelirli Amerikalılar Soğuk Savaş'tan elde edilen yüksek kârlardan tek bir kuruş almazken bu çatışmanın doğurduğu dev kamu borcunun çoğunu üstlenmişlerdi. Soğuk Savaş'ın masraflarının gerçek yüklenicileri ve ödedikleri vergilerle kamu borcunu orantısızca üstlenenler onlardı.
Başka deyişle, Soğuk Savaş'tan elde edilen kârlar aşırı zengin elitlerce özelleştirilirken masrafları acımasız bir şekilde diğer Amerikalıların aleyhine kamulaştırılmıştı. Soğuk Savaş sırasında Amerikan ekonomisi dev bir üçkâğıtçılık düzeneğine -ulusun zenginliğinin varlıklıların lehine ve sadece yoksullar ve çalışan sınıfların değil orta sınıf zenginlerinin de aleyhine olarak çarpık bir şekilde dağıtıldığı- dönüştü. Üstelik bu sınıflar Amerikan kapitalist sisteminin gerçekte onların çıkarlarını gözettiği mitinin de daimi alıcısı olagelmişlerdir. Amerika'nın zengin ve güçlüleri çok daha varlıklı insanlar yaratırken, İkinci Dünya Savaşı esnasında pek çok diğer Amerikalı tarafından elde edilen zenginlikler tedrici olarak tasfiye edildi ve genel yaşam standardı yavaş fakat istikrarlı bir şekilde geriledi.
ABD, İkinci Dünya Savaşı esnasında ulusun kolektif zenginliğinin toplumun daha az ayrıcalıklı kesimleri lehinde yeniden dağıtımına tanık olmuştu. Soğuk Savaş sırasında ise zengin Amerikalılar daha çok zenginleşirken varlıklı olmayanlar -sadece yoksullar değil- daha da fakirleştiler. 1989'da, Soğuk Savaş'ın tavsamaya başladığı yılda tüm Amerikalıların %13'ünden fazlası -yaklaşık 31 milyon insan- resmi yoksulluk kriterlerine göre -ki problemi olduğundan daha önemsiz gösterdikleri kesindir- fakir idi. Bugün ise tersine tüm Amerikalılar ülkenin toplam zenginliğinin %34'üne sahipler. Hiçbir büyük “Batılı” ülkede zenginlik bu denli düzensizce dağılmamıştır.
Amerikalı süper zenginlerin oluşturduğu bu mini azınlık bu gelişmeyi son derece tatminkâr bulmuştur. Yoksulların aleyhine bir şekilde daha fazla ve durmaksızın servet biriktirme fikrine âşıktılar. Her şeyin aynı şekilde devamını ve eğer mümkünse de bu sistemin daha etkili bir şekilde sürmesini istediler. Fakat tüm güzel şeylerin sonu olduğundan 1989/90'da cömert Soğuk Savaş nihayete erdi. Bu durum ciddi bir problem arz ediyordu. Bu savaşın bedelini kendilerinin ödediğini bilen sıradan Amerikalılar ise bu sefer “kârlı bir barış” umuyordu.
Devletin askeri sahada harcadığı paranın artık kendi çıkarlarına dönük yerlerde -mesela ulusal sağlık sigortası ve diğer sosyal harcamalara- sarf edileceğini düşündüler. Amerikalıların çoğunun Avrupalının aksine hiçbir zaman faydalanamadıkları şeylerdi bunlar. Bill Cinton 1992'de başkanlık seçimini ulusal sağlık projesi taslağına asılarak -tabii ki hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti- kazanmıştı. “Barış tahvili” ülkenin zengin elitlerinin hiçbirinin çıkarına değildi, çünkü sosyal servislerin devlet tarafından üstlenilmesi girişimciler ya da şirketler için devletin askeri harcamalarından doğan tatlı kazançlar cinsinden kâr yaratmayacaktı. Devletin askeri masraflarının azalmasının engellenmesi için birşeyler yapılmalıydı, hem de hemen.
Amerika, ya da daha doğrusu şirket Amerika'sı kullanışlı Sovyet düşmanından yetim kalmıştı ve yüksek askeri harcamalarını meşrulaştırmak için yeni düşmanlara ve yeni tehditlere ihtiyaç duyuyordu. İşte bu bağlamda 1990'da Saddam Hüseyin çıktı ortaya mucizevi bir şekilde. Bu teneke diktatör daha önce Amerikalılar tarafından iyi arkadaş sayılıyordu ve İran karşısındaki kirli savaşını sürdürmesi için dişinden tırnağına dek silahlandırılmıştı. Saddam'ı her türlü silahla teçhiz eden ABD ve Almanya gibi müttefikleriydi. Fakat Washington çok acil yeni bir düşmana ihtiyaç duyduğundan kendisine savaş açılması gerekli çok tehlikeli “yeni Hitler” olarak parmaklar birden ona döndü. Aslında Irak'ın Kuveyt'i işgali meselesinin uzlaşma ile çözülmesi çok muhtemeldi.
Baba George Bush, Amerika'nın bu yeni faydalı düşmanını keşfeden oyuncu yönetmeni ve Bağdat'ı bomba yağmuruna tutup Saddam'ın bedbaht askerlerini çölde katleden savaşı başlatan kişiydi. Irak başkentine giden yol tamamen açıktı fakat deniz piyadelerinin Bağdat'a muzaffer girişleri birden durduruldu. Saddam Hüseyin iktidarda bırakıldı ki Amerikalıları silahaltında tutacak bahanenin meşruiyeti sürsün. Sovyetler Birliği'nin ani çöküşü faydalı bir düşmanın kaybının ne kadar kötü olduğunu göstermişti sonuçta.
Böylece savaştan beslenen bu ekonomiyi manipüle eden tekelci şirket mafyasının masraf altına girmeden muazzam kârlar devşirmeyi sürdürmesi isteniyordu. Önemsenmeyen “kârlı barış projesi” törensiz bir şekilde gömülebilir ve askeri harcamalar ekonominin dinamosu ve yüksek kârların pınarı olmaya devam edebilirdi. Bu askeri harcamalar 1990'larda durmaksızın arttı. Mesela 1996'da 265 milyar dolara varmıştılar fakat buna gayriresmi ve dolaylı askeri masraflar eklendiğinde -geçmiş savaşların finansı için ödenen faizler gibi- bu toplam miktar yaklaşık 494 milyarı, yani her gün yaklaşık 1.3 milyar doları bulmaktaydı! Bununla birlikte Saddam ciddi oranda zayıflatıldığı için Washington yeni düşmanlar ve tehditler bulmak için başka yerlere bakmak ihtiyacı duydu. Somali kısa bir süre için uygun gözüktü fakat çok vakit geçmeden “yeni Hitler” Balkan Yarımadası'ndaki Sırp lider Miloseviç olarak tezahür etti. 90'ların genelinde eski Yugoslavya'daki çatışmalar askeri müdaheler, geniş kapsamlı bombardımanlar ve yeni silahların satın alımı için gerekli bahaneler oldular.
“Savaş ekonomisi” böylece Körfez Savaşı sonrasında da çarklarını döndürmeye devam edebildi. Fakat “barış hisseleri” için yapılan kamuoyu baskısı nedeniyle bu sistemi sürdürmek kolay değildir. (Medya sorun oluşturmuyor zira gazeteler, dergi ve TV kanalları ya doğrudan büyük şirketlere ait ya da reklam almak için onlara bağımlılar.) Daha önce bahsi geçtiği üzere devlet birileriyle işbirliği yapmak zorunda, bu nedenle Washington'dakiler güvenebilecekleri insanları tercihen kendi şirket kadrolarından, askeri harcamalar aygıtını Amerika'nın zenginlerini daha da zengin kılmak için kullanmaya adanmış kişilerden seçerler. Bu bağlamda Bill Clinton umulanı veremedi ve şirket Amerika'sı sağlık sigortası vaadiyle kendisini seçtirmeyi başardığı için onu hiç affetmedi.
Bu nedenle 2000'de Beyaz Saray'a Clinton kökenli Al Gore'un değil de militarist aşırılıkçılardan ve istisnasız hepsi de tekellerin zengin Amerika'sının Cheney, Rumsfeld, Rice ve George W. Bush gibi temsilcilerinden oluşan ekibin gelmesi sağlandı. Pentagon da Bush kabinesinde sözde barışçı ama gerçekte başka bir ölüm makinesi olan Powell tarafından doğrudan temsil ediliyordu. Rambo, Beyaz Saray'a taşınmıştı ve bunun sonuçlarının görülmesi için fazla zaman geçmeyecekti.
Oğul Bush'un mancınıkla başkanlığa fırlatılmasından sonra Çin'in ABD'nin yeni düşmanı olarak belirlenip belirlemeyeceğini görmek biraz zaman aldı. Fakat böyle bir devle çatışmaya girmek biraz riskliydi, dahası tüm büyük şirketler Çin Halk Cumhuriyeti ile ticaretten iyi paralar kazanıyorlardı. Askeri harcamaları gerekli zirvede tutmak için tercihen daha az tehlikeli ve daha inandırıcı başka bir tehdit gerekiyordu. Bunun için Bush, Rumsfeld ve şirketin 11 Eylül 2011 olaylarından daha elverişli bir şey arzulamalarına imkân yoktu. Onların bu canavarca saldırılar için yapılan hazırlıklardan haberdar olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bunları engellemek için hiçbir şey yapmadılar zira kendi faydalarına olacağını biliyorlardı. Her halukarda bu fırsatı Amerika'yı hiç olmadığı kadar militarize etmede ve 11 Eylül ile hiçbir ilgileri olmayan insanları bomba yağmuruna tutup böylece Pentagon ile iş yapan şirketlere beklenmedik satışlar yaparak sonuna kadar kullandılar. Bush hiçbir ülkeye değil de terörizme savaş açtı, gerçekten savaş açılması imkânsız ve nihai bir zaferin ilan edilemeyeceği soyut bir düşmandı bu. Fakat pratikte “teröre karşı savaş” sloganı, Washington'un dünya çapında ve terörist olarak tanımlayacağı herkese karşı savaş açma yetkisini uhdesinde bulundurduğu anlamına geliyordu.
Ve böylece Soğuk Savaş'ın sonlandırılması problemi tamamen çözüldü, bundan böyle askeri harcamaları daha da artırmak için bahane vardı artık. İstatistikler konuşuyor zaten. 1996'daki toplam askeri masraflar zaten astronomikti fakat oğul Bush sayesinde Pentagon'a 2002'de 350 milyar, 2003'te de yaklaşık 390 milyar dolar harcama yapma izni verildi ve bu yıl bu masrafın 400 milyar dolara varacağı kesinleşmiştir. (Bu askeri harcama partisini finanse etmek için başka yerlerden tasarruf edilecek, yoksul çocuklar için bedava öğle yemeklerinin iptali gibi.)
…
Başkan sırası gelenlere, “şer ekseni” beş ülkeye çoktan işaret etti: İran, Suriye, Libya, Somali, Kuzey Kure ve hiç şüphesiz Amerika kıtasındaki eski diken: Küba. 21. yüzyıla, George W. Bush'un cesur yeni daimi savaş dünyasına hoşgeldiniz!
Global Research'dan bu yazıyı çeviren medyasafak.net'te tamamını okumak için…
SOLİTİRAZ.COM