ABD’nin Tekerine “İran’a Taarruz” Desteği
ABD’nin İran ile yürütülen nükleer müzakerelerden çekildiğini açıklamasının ardından yeni bir döneme girildi. ABD, İsrail ve Suudi Arabistan liderliğindeki güçlerin adım adım Tahran’ı kuşatma faaliyeti artıyor. Ancak mesele sadece nükleer meselesi değil. İran’a yönelik taarruzun, Türkiye, Rusya ve İran’ın birlikte Suriye’de çözüme ilerlemesiyle başlatılması önemli ayrıntı. ABD aslında Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun ifadesiyle bölgede yeniden tekerini döndürmeye çalışıyor.
ABD Başkanı Donald Trump, 8 Mayıs’ta yaptığı açıklamada Obama döneminde 2015 yılında yapılan İran’la nükleer anlaşmadan çekildiklerini dünya kamuoyuna duyurdu. Bu açıklama Trump’ı adaylık sürecinden itibaren takip edenler için çok da şaşırtıcı olmadı. Amerika Başkanı, sadece göreve başladıktan sonra değil, adaylık sürecinde de anlaşmadan çekilme taraftarı olduğunu belirtmişti. Örneğin henüz aday adaylığı sürecindeyken 22 Mart 2016 tarihinde Washington’da Musevi lobi örgütlenmesi AIPAC’ta konuşan Trump, “Birinci önceliğim tam bir felaket olan İran anlaşmasını ortadan kaldırmak olacak” demişti. Zaten gerek ABD’deki Yahudi lobisi gerekse İsrail, uzun süredir Washington yönetimine anlaşmadan çekilmesi yönünde baskı yapıyordu. Bu nedenle anlaşmadan çekilme beklenen bir karardı. Peki İran’a taarruz neden bugün başladı? Meselenin Türkiye’yi ilgilendiren boyutu neydi? İşte yazımızda bu meselenin özetle perde arkasını ve bölgeyi nasıl etkileyeceğini irdeleyeceğiz.
Pompeo: Artık Suriye’de Bizim Teker Dönmüyor
Hatırlayacaksınız geçen ayki yazımızda ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde bir Arap gücü oluşturmayı planladığına değinmiştik. Bu gücün bölgeye yerleşmesi, özellikle Suriye coğrafyasında terör örgütleri üzerinden yürütülen vekâlet savaşını bitirmesi, yerine mezhepsel ve ülkeler arası bir savaş başlaması riskini barındırıyordu. Bu gücün kararlaştırıldığı dönemde yaşanan gelişmeler dikkat çekiciydi. Özellikle Zeytin Dalı Harekâtı ve 4 Nisan’da Ankara’da yapılan Astana süreci toplantısından sonra bölgede bazı dengeler değişiklik göstermeye başlamıştı. Özellikle Zeytin Dalı Harekâtı sonucunda eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in ifadesiyle ABD’nin Münbiç ile Afrin’i birleştirme planı çöktü. Ankara zirvesi sonrasında da Türkiye, Rusya ve İran’ın, bölgenin çıkarları çerçevesinde bir anlaşmaya doğru adım adım ilerleme kararlılığı Washington’u harekete geçmeye zorladı. Elinde tuttuğu DEAŞ gerekçesi de ortadan kalkan ABD, bölgeden tasfiye olmak istemiyordu. Çünkü bu üç ülke liderliğinde Suriye’de bir çözümün sağlanması demek, Batı dünyası açısından “oyun dışı kalmak” anlamı taşıyacaktı. Bunun en net itirafını ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, henüz bakanlık görevine başlamadan önce CIA Direktörü sıfatıyla yapmıştı. Şam’a yönelik saldırıyı yapmadan hemen birkaç gün öncesinde Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde Dışişleri Bakanı atanmasıyla ilgili oturumda konuşan Pompeo, Afrin’e yönelik Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Zeytin Dalı Harekâtı ve Astana üçlüsünün 4 Nisan Ankara zirvesiyle ilgili bir soruya şu yanıtı vermişti: “Onlar (Erdoğan, Putin, Ruhani) Suriye’yi paylaşmak için oradaydılar… Zaten son derece karmaşık olan duruma Türkiye’nin Afrin’e girmesi eklenince tekere bir çomak daha sokuldu.”
Pompeo aslında açıkça, “Suriye’de artık bizim teker dönmüyor” demeye getirmişti. Önce kimyasal iddiaları, ardından İran hesaplaşması Washington’un artık bu tekeri yeniden döndürmeye karar verdiğini gösteriyordu. Ankara zirvesinden 3 gün sonra gündeme gelen kimyasal iddiaları sonrası ABD öncülüğünde İngiltere ve Fransa’nın desteğiyle önce Batı dünyasında (çünkü dünya geneli bu ülkeleri pek ilgilendirmiyordu) saldırıyı meşrulaştırmaya yönelik psikolojik harekat başlatıldı. 14 Nisan’da da Suriye’nin başkenti Şam’a yönelik füze ve bombalı saldırı gerçekleşti.
Bu iddiaların konuşulduğu günlerde sadece konunun ilgililerinin dikkat çektiği bir gelişme daha oldu. İsrail hava kuvvetleri, 9 Nisan’da Suriye’nin Humus kentindeki askeri üsse saldırdı. Saldırının perde arkasında, İran’a yönelik mesajlar vardı. Peki ne olmuştu da İsrail, uzun süredir dile getirdiği “İran’ın Suriye ve Lübnan’daki varlığı”na yönelik taarruza geçmişti? Trump’ın açıklamalarını ve anlaşmadan çekilme kararını bu gelişmelerden bağımsız düşünmek biraz zor.
İran’ın Ortadoğu’daki Genişlemesi
1979’daki İslam devrimi sonrasında İran her zaman Batı dünyasının hedefinde oldu. Diplomatik ilişkiler kesilmesine rağmen İrangate skandalında ortaya çıktığı gibi gizlice ticaret yapıldı. ABD’nin İran’a gizlice silah sattığı yıllarda 8 yıl sürecek olan İran-Irak savaşı da sürüyordu. Bu savaş boyunca izlenilen stratejiyle iki ülke de yıpratılırken 1990’larda Irak hedef seçildi. Ancak Ortadoğu’da İran’ın adım adım öne çıkması 2000’li yıllarla birlikte oldu. İran, özellikle 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında bölgede kendi çıkarları çerçevesinde akıllı adımlar atarak, işgalden en kârlı çıkan devletlerden biri haline geldi. İşgal sonrası hükümetlerin belirlenmesinde mezhep eksenli müdahalelerde bulunması, zaman zaman İran’ı bölge ülkelerinin hedefine oturttu. Ancak İran bununla yetinmedi, yine kendi ulusal çıkarları çerçevesinde Suriye’de de ağırlığını artırdı.
Bu ülkede 2011 yılı Mart ayında iç savaşın başlamasından sonra bölgede müttefik olarak gördüğü Suriye’ye askeri desteğini artıran İran, ülke içine asker ve milis güç konuşlandırmaya başladı. Askeri gücünü giderek yayarken Hizbullah üzerinden de Lübnan’daki gücünü tahkim etmeyi başardı. Böylece Tahran yönetimi, Irak, Suriye, Lübnan hattı üzerinden askeri olarak Akdeniz’e ulaşmayı başardı. Ülkesine yönelik ambargo girişimlerini bu sayede pasifize eden İran artık İsrail açısından açıkça bir tehdit haline geldi.
İsrail dışında İran’ın bölgedeki hamleleri bir ülkeyi daha rahatsız ediyordu. O da İran gibi mezhep eksenli politika yürüten Suudi Arabistan’dı. Özellikle hemen sınırının dibindeki Yemen’de İran destekli Husilerin iktidarda bulunması Riyad yönetimini huzursuz ediyordu. Bu çerçevede Suud yönetimi, 2014 yılında iktidarı zor gücüyle alan Husilere karşı çeşitli müdahalelerde bulunuyordu. Yine de İran’ın Yemen’deki gücünü kırmayı başaramadı.
Trump Dönemi Taarruzla Başladı
İsrail ve Suudi Arabistan için İran’a karşı bekledikleri fırsat, Trump’ın ABD seçimlerini kazanmasıyla doğdu. Trump, Obama döneminde olduğu gibi dolaylı yollardan değil, doğrudan taarruzla bölgeye giriş yapmayı savunuyordu. Ancak bir engel vardı. Trump’ın işbaşı yapmasıyla eş zamanlı başlayan Astana süreci, Washington’un Cenevre toplantıları ile bölgeyi paylaşma çabalarına darbe indirdi. Suriye sorununun, Astana süreci çerçevesinde çözülmesiyle Türkiye ve Rusya’nın yanı sıra İran’ın da bu ülkedeki nüfuzu artaracaktı. Trump da birinci mesajını, ilk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan ve İsrail’e yaparak verdi. Bu ziyaretlerde ciddi sayılabilecek siyasi, ekonomik ve askeri anlaşmalar yapıldı. Ardından İran’ın bölgedeki etkisini kırmaya yönelik girişimler başladı. ABD’nin “kara gücü” olarak tanımladığı PKK/PYD terör örgütü, DEAŞ gerekçesiyle Suriye’nin Arap bölgelerine kaydırıldı.
Rakka, bu çerçevede PYD terör örgütüne teslim edildi. Sonraki hedef İran destekli silahlı güçlerin de ilerlediği zengin enerji kaynakları olan ve Palmira ile arasında enerji koridoru bulunan Deyr ez Zor bölgesi oldu. Böylece İran’ın Lübnan’a uzanan hattını da kesmek istendi. Buna İran’ın yanıtı, Suriye ordusu ve milis güçler üzerinden bu kentin kontrolünü sağlamak için yaptığı hamleler oldu. Ayrıca yine Lübnan’a uzanan hatta önemli yer tutan Şam’a yakın bazı bölgeler de İsrail destekli terör grupları üzerinden tutulmaya çalışıldı.
Ancak Washington ve müttefikleri bir türlü istediği sonucu alamadı. Şam’a yönelik saldırı da önümüzdeki günlerde sıcak çatışmaya dönebilecek ABD-İsrail-Suudi Arabistan üçlüsüyle İran kapışması arifesinde gerçekleşti.
Arap Gücü’nü İran’la Çatıştırma Hedefi
ABD, nükleer anlaşmadan çekilme, Şam’ı baskılama dışında bir Arap gücünü de İran’a karşı bölgeye konuşlandırmayı amaçlıyor. Bu gücün özellikle ABD destekli PYD terör örgütünün işgalindeki bölgelere yerleştirilmesi sonrasında, bu güç ile İran destekli güçler arasında sıcak çatışma ihtimalinin yüksek olduğu analizleri yapılıyor.
Bu çatışmayla oluşacak mezhepsel kırılmalarla bölgeyi kontrollü bir çatışma ortamına sokacak olan ABD, böylece bu coğrafyada bulunma gerekçesini de sağlama alacak. Bu durumda da bölgede bulunan terör örgütleri istediği manevra alanını bulmuş olacak.
AB Yeni Anlaşma Taraftarı
Bu gelişmeler AB ve Rusya tarafından endişeyle izleniyor. AB ülkeleri, özellikle ABD’nin İran’a yönelik ambargo tehdidinden endişe ediyor ve bu ülkeyle yapılan görüşmelerin kesilmesini istemiyor. Gazeteci Mete Sohtaoğlu’nun Mücerret internet sitesindeki yazısında aktardığına göre AB’nin hedefi, İran’ın bölgesel tehditlerini azaltma ve Tahran’ın inkâr ettiği füze geliştirme programını durdurması karşılığında İran hükümetine yönelik ekonomik teşvikler içeren yeni bir anlaşma yapılması.
Rusya Bölgesel Savaş İstemiyor
Aydınlık gazetesine konuşan Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi Uzmanı Maxim Suckhov da Moskova’nın bu mücadelede taraf tutma yanlısı olmadığını aktarıyor. Ancak Suckhov’un açıklamalarında şu ayrıntı dikkat çekici: “İsrail ve İran, Moskova’yı kendi tarafına çekmek isterken Rusya taraflara mevcut pozisyonda gitmenin güvenlik için tek yol olduğu mesajını iletmekte. Bunun dışında düşmanlığa devam etmek, muhtemelen ABD’nin de katılacağı büyük bir bölgesel savaşa dönüşür. Rusya, elindeki imkânları kullanarak Suriye’deki kazanımlarını kaybetmenin önüne geçmek istiyor.”
Rus uzman özetle muhtemel bir bölgesel savaşın Rusya’nın çıkarlarına hizmet etmeyeceğini, bu nedenle Putin yönetiminin buna karşı olduğunu bildiriyor. Rus Dışişleri de Trump’ın açıklamasının hemen ardından kararı “büyük bir hayal kırıklığı” olarak nitelemişti.
Türkiye’ye Olası Etkileri
Bu gelişmelerden en çok etkilenecek ülkelerin başında Türkiye geliyor. Özellikle İran ile yürütülmesi planlanan silahlı ve siyasi mücadelenin ana coğrafyalarından birinin, PKK/PYD işgali altında olan bölgeler olması, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını artırıyor. Gelecekte bu bölgelerdeki teröristlere yönelik baskıyı artırmayı planlayan Ankara’nın, buraya Arap gücü yerleşmesi ve ABD’nin de bu gücü himaye etmesi durumunda nasıl bir yol izleyeceği merak konusu. Ancak harekât kabiliyetinin kısıtlanma ihtimali yüksek.
Ceyhun Bozkurt'un yorungedergi.com'daki yazısının tamamını okumak için...
SOLİTİRAZ.COM