27 Aralık 2024 Cuma

Devrimci Yön

Aklın Namusu

Aklın Namusu
10 Ocak
11:00 2018

İyilik, sağlık ile erdemli bir yaşam arasındaki ilişkiyi üretim ilişkilerinden koparmadan ele alabiliyor muyuz bugün? Toplumsal kolektif emeğin ürettiği mutluluk da uzun erimli bir yaşamın getirdiği onurlu bir duygudur. Erdemli insanın eğitiminde amaç; yetenekleri oranında kişinin kendini gerçekleştirmesi, yaratıcı özgüveniyle sorumlu bir birey olmasıdır. Ahlakın içselleştirilmesi konusu ise,  salt söylem (vaaz ) ile değil ancak iyi eylemlerin yaşama geçirilmesi sayesinde özellikle kişiden ve toplumdan özen, içtenlik ve örnek tutum ister. Bu özen ve içtenlik dış ortamın sürekli ürettiği kötülük etkenlerinin baskısına maruz kalırsa kuşkusuz ki bozulmaya yüz tutar. İşin içine bencillik, bireysel çıkar, kibir ve benzeri dürtüler/itkiler karışmadıkça bilim ve siyaset ahlakı da genel olarak aklın namusudur.

Sağlıklı toplumlar, aklın namusunu koruyan iyilik toplumlardır.  Aklın namusunu koruyamayan toplumlar ise ruhsal olarak büyük baskılar altında yaşayan kötülük toplumlarıdır. Mafyalaşan ekonomik ilişkiler giderek burjuva ve küçük burjuva sınıfını yerinden etmeye başlamış durumda. Yağma ekonomisi, kira, faiz, borsa, kambiyo oyunları ve devlet ihaleleri üzerinden zenginleşmede bir artı değer sömürüsü söz konusu değildir artık. Bir yandan nüfus artışı, öbür yandan yapay zekâ teknolojileri küçük burjuva sınıfının bile sürekli proterleşmesine yol açabilmektedir. Mali sermaye sahipleri aynı zamanda devasa teknolojik markaların sahibidirler. Eğitim, sağlık, güvenlik paralıyken buna yeni bir şey daha eklendi ki oda paralı siyaset devrindeyiz artık. Paralı siyaset yapanların arkasında ise sistemin azizlik sertifikasını almış bir ruhban medyası istihdam edilmiştir. Bunlar istediğine;  ermişlik, yazarlık,  kahramanlık, büyük sanatçı, barış elçisi, büyük edebiyatçı ödülleri dağıtabilmektedir.

Kimisini sivil toplum önderi, kimini akil adam ilan edebiliyor.  Medeniyetler arası diyalog toplantıları, dinler,  mezhepler, etnik ilişkiler arası ittifaklar yapıyor. Bazı ülkeleri yıkmak için çakma özgürlük ordularını finanse edebiliyor. Bazı ulusları terörist, bazılarını soykırımcı, bazılarını da kutsal savaşçı, mücahit olarak etiketlemektedir. Pekiyi hak ve hakikat saygısı nerede kaldı?                                                                                              
Bu günkü küresel emperyalist oligarşi, devasa kâr etmesine karşılık dünyanın büyük bir çoğunluğu dört şeyin kıtlığını yaşıyor:


1.Ekonomik kıtlık
2.Sevgi kıtlığı 
3.Temiz bilgi kıtlığı 
3.Saygı kıtlığı

O halde aklın namusu denilince, etik, estetik, politik ve gnostik (marifet) boyutları olan geniş bir ölçekte düşünmek gerekir. Değil mi ki matematik, geometri ve cebir’in dayandığı çeşitli postülalar vardır. Onları yok sayabilir misiniz? Bütün canlılarda, genetiğin yasaları yürürlüktedir.

Doğa yasalarının belli başlı tanımlamaları, fiziğin evrensel ölçü birimlerini kimse ihlal edemez. Müzik, resim, şiir ve edebiyatın nice inceliklerini siz yok sayabilir misiniz? Bilim ahlakı doğaya ve gerçeğe uyumun, siyaset ahlakı ve hukuk birlikte, bir arada yaşamanın namusudur. Yeter ki hakikat saygısına bağlı kalmayı şu ya da bu küçük hesaplara feda etmeyelim. Bir kere satıldınız, ya da satın alındınız mı? ondan sonra hep ücretli kölesinizdir. Ha arada bir kiliseye gider günah çıkartabilir, camiye giderek Rabbinize sığınabilirsiniz elbette. Ama sizden başka sizi kurtaracak bir siyasi kurtarıcıyı hep bekler durursunuz. Değil mi ki Hıristiyan ve Müslüman dünyası büyük oranda bir Mesih ya da Mehdi beklentisi içindedir.

 Mandacı Maneviyatı

Emperyalist sistemi ayakta tutan iki büyük etken: 1-Satın olma gücü 2-Silahlı güçler (resmi ya da gayri resmi terör örgütleri). Bütün sömürge ve yarı sömürgelerde uygulanan strateji zihinsel ya da nihayet fiili işgaldir. Zihinsel işgal, kendisine hizmet eden bir ruhban medyasının yaratılmasıdır. Buralarda öncelikle özgür basın ve özerk üniversite kurumları ortadan kaldırılır.  Yetişen yeni kuşakların beyinleri,  kirli bilgi ile (dezenformasyon) bulandırılarak gerçeğe ulaşması engellenir. Korkuya dayalı otoriteye (dini, siyasi, askeri vb) itaat edildiği takdirde normal hayatın ve istikrarın devam edeceği telkin edilir. İnsanlar bir kez aklını,  üst akla kiraya vermeye başladığında hep aşağılanmayı bile disiplin olarak kabul edebilirler. Efendi ve köle ilişkisi yüzyıllarca bu şekilde sürüp gidebilir. İnsanlar, kendi içindeki efendinin otoritesini (yalan, yanlış ve yanılsamaya dayalı bir etkileme gücünü ) kırmadıkça dışarıdaki efendiyle baş edemez.   İnsan kişiliği, özgürlük, içtenlik ve kendisi olması sürecinde gelişmeye açıktır. Tıpkı zihin açıklığı gibi insanın benliği de sürekli duygusal ve ruhsal zekânın işlemesine gereksinim duyar. Sıkı mı can sıkıntısıdır ruhun tek sıkıyönetimi. Mandacı maneviyatıyla yetişen kimselerde; kişiliğin kökleri, başka güçlerin otoritesi altında kurumaya yüz tutar. Mandacılık maneviyatı bu bağlamda bedavadan emeksiz ve zahmetsiz geçinmenin tuzağından başka bir şey değildir.
*
Kapı kulu olmanın en tipik örneği Suudi Arabistan’dır. Buradaki tutuculuk ve bağnazlık köleliğin bir biçimidir. Çünkü Arap Emevi din anlayışı, salt inanç (fideizm) ve ritüel eksenlidir. Ahlak eksenli doğru bir eylem ve erdem paradigması üzerine kurulmamıştır. Tapınaklar, salt bir kuru temizleme işlevi görmektedir. Oysa tapınaklar içine girildiğinde salt görünürde bir aklanma değil, gerçekten içsel bir arınma yeri olabilmeliydi. Çünkü ruhsal bir arınmada;  öncelikle farkına varma ve öz eleştirel bir kınamayı, pişmanlığı, yanlıştan uzaklaşmayı kişinin kendi içinde,  içtenlikle duyması şarttır. Bu da ancak yüksek bir bilinç ve vicdani duyarlıkla ilgilidir. Demek ki tapınakların sayısal artışı mutlaka daha çok ruhsal arınmanın güvencesi olmayıp aksine kendini ve başkasını tanrıyla aldatmanın örtülü bir yordamına dönüşebilmektedir.

*


Bağımsızlık ve başı dik yaşamak için mutlaka üretim ekonomisi, davar sürüsü (reaya) gibi güdülmek yerine ulusal irade, seçme ve seçilme, basında kamuya açık eleştirel aklın özgürlüğü, temel yurttaşlık hak ve ödevleri, cumhuriyetin temel değerleridir. 1938 den başlayarak bu değerlerden, aklın ve bilimin yolundan adım adım uzaklaşmanın bedellerinin ne kadar ağır olduğunu bu gün daha iyi anlıyoruz. Geçmiş kültürel mirasımızda aklı, bilimi ve irfanı öne çıkaran öncüler nerede bugün? İbn Rüşt, Farabi, İbn Sina ve Anadolu’da Hacı Bektâş Veli’yi saygıyla anıyor ve onların takipçilerini yeniden büyük bir özlem ve sevgiyle arıyoruz bugün.

Siyasal Kürtaj Yetkisi Ve %10 Barajı

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”. Buna rağmen % 10 barajı, 12 Eylül 1980 darbesinden üç yıl sonra1983 de yasallaşmıştı. Buna dayanarak, her defasında gerçek muhalefetin ve milli iradenin % 10 oranında yok sayılması sayesinde öndeki partiye %10 oranında haksız bir artış sağlanmıştır. Burada varlığı yok sayılan yaratıcı öncü kesimler her zaman azınlıktadır. İşte bu yaratıcı enerjiye konulan engel, siyasal entrikanın en sofistike biçimidir. Bu % 10 barajı, özünde egemen olmak isteyen gücün ihtiyaç duyduğu siyasal bir kürtaj yetkisidir. Ortaya çıkacak yeni çözümlerin daha kökleşir kökleşmez, sürekli tırpanlanması demektir. Dikkat ederseniz o günden bu yana küresel sermayenin ve yürürlükteki serbest piyasaların (liberalizmin) istemediği hiçbir siyasi kadronun serpilip gelişmesine izin verilmedi. Bu milli iradenin çoğunluk tarafından ve kendi lehine siyasal olarak kilitleme yetkisidir. Mevcut siyasi partilerin hepsinin (AKP, MHP, CHP ve HDP), zaten Kemal Derviş’in en iyi takipçisi olduğunu söylemesi, belli ki bir meşruluk zemini arayışıdır. Bu da, egemen güçlerin seçmeni büsbütün seçeneksiz bırakmak istemesinin tilkice bir yolu değil midir?  Sağ’ından sol’una kadar toplumun çeşitli katmanlarına zerk edilen “Küçük Amerika olacağız” reçeteleri tüm ulusal mevzilerin içerden satın alınarak teslim alınmasına yol açtı. Yabancı sermaye sanki bizi hayata yabancılaştırmak ve kâr için değil de,  salt sosyal sorumluluk almak üzere mutlaka ülkemize davet edilmeliymiş gibi tilkice propagandalar yapıldı.  

 

*

Adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve ıslahat” ilkelerinden uzaklaşan bir toplumun dini gerekçeleri hükümsüzdür. Kadın saçının bir teli üzerinden iffetten dem vuranlar, aklın namusunu (siyasi, hukuki, ahlaki, lojik, estetik,  ekonomik, ekolojik ve edebi incelikleri) korumaya niçin özen göstermez.

Din adına,  “dokuz yaşındaki kız çocuğun evlenmesi caizdir” denilmesi aklın namusunu kirletmek değil de nedir? Dokuz yaşındaki bir çocuğun ruhsal durumu korunamıyorsa eğer, bu neyin muhafazakârlığıdır? Bu düpedüz, toplumu yozlaştırmak için bir çeşit karşı devrim muhafızlığı değil de nedir? Aklın namusunu koruyamayan bir muhafazakârlığın hiçbir ahlaki değeri yoktur.


Yaşanabilir doğal bir çevreyi, tarihi ve insani değerleri, şehirlerin mimari dokusunu korumaya niçin duyarlı değil bu muhafazakârlar? Varsa yoksa kadının örtünmesi,  dokuz yaşında evlenmesi, her tarafa gökdelen, A.V.M ve bir de cami yapılması! Nedir bu uluslar arası emlâk, kiralama ve yağma ekonomisi? Gelecek kuşakların övüneceği, rahat nefes alacağı bir kentleşme tasarımımız niçin yok? Bir medeniyet rüyamız, ülkümüz, ütopyamız niçin yok? Görünen o ki; cumhuriyet devrimi ve değerlerinden sapmak muhafazakârların başlıca hobisi olmuş.  İşte muhafazakârlığın bu hobisi uzun yıllardır siyasete yön vermektedir. Pekiyi emeklilerin yaşam standardı, asgari ücret, adalet sistemi, milli eğitim, ulusal savunma sanayimiz ne düzeyde? Bunlar din dışı konular mı sizce? Basiretli (öngörülü) bir toplumun kamu iradesi kendi teknolojik ihtiyaçlarını sürekli dışarıdan ithal edebilir mi?  İbadet sadece ritüllerden ibaret olup iş ve hizmet üretmeyi kapsamıyorsa, gelecek kuşakların sağlığını gözetmiyorsa, oradaki din anlayışı kadüktür. Toplumsal dayanışma, paylaşma, adalet, emanet, ehliyet ve ıslahat özellikle dinin olmazsa olmazıdır. Aksi halde firavun Karun ve ruhban sınıfı işbirliğine yarayan dinin hurafeler divanına hizmet etmiş oluruz.

*

Halil Cibran:” Kurnazlık bazen işe yarayabilir, ama sonunda kendini yok eder hep” demiştir.  Kuran’da bizzat Firavun-Karun ve Ruhban sınıfı arasındaki işbirliğinin lanetlenmesi önemsiz bir konu mudur sizce?  O halde asıl keramet her alanda aracısız sevgide aranmalıdır. Tanrı ile insan arasında zaten kozmik bir gönül bağlantısı kendiliğinden varsa dinsel alanda, komisyonculara, aracılara, tefecilere, misyonerlere ne gerek var.

*

Hak ve Hakikat Saygısı

İnsanoğlunun birbirini ezip sömürmesinin altında üç büyük baş düşmanımız var: Cehalet, sömürü, baskı ve zulüm. Çağımızdaysa tapınaklarda icra edilen salt ayinlere dayalı dinlerden ziyade,  kütüphane,  mesleki üretim, yaratıcılık, ahlak ve sanat eksenli bir yaşam tarzı arayışı yaygınlaşıyor giderek. Kütüphane ve ahlak eksenli din demek;  kendini bilmek, doğadaki gizli ve açık belgeleri okumak, iş ve hizmet üretmek, acıları azaltmak, iyiliği çoğaltmak ve kötülüklere dur diyebilme erdemidir. Buna toplumcu ve aydınlanmacı bir yurtseverliğin yol haritası da diyebilirsiniz. Buradaki toplumcu aydınlanma ahlakı elbette bilim, sanat, felsefe, marifet ve irfan üzere insanı yüceltebilir ancak. Çünkü her aydınlanma ahlakı; iyi, doğru ve sağlıklı olanla bağlantılı ruhsal bir zekâya dayanır. Işık, aşk ve aydınlanma gönül deminde gerçekleşen bir süreçtir. Işık, aşk ve aydınlanma ahlakı her zaman tanrısaldır.  İyi bir yurttaşlık bilinci, insanlar arası yoldaşlık bilincinin temelidir. İlk eğitim ve öğretim döneminde çocuklara okutulan Andımız özünde bir ahlak manifestosudur.  Ülkücü ve toplumcu bir kuşağın yaratılması amacıyla yurt ve insan sevgisi ile özgüven duygusu uyandırılmak istenmiştir. Buna itiraz eden çevreler, aslında etnik ve mezhep bağnazlığı itkisiyle hareket ettikleri halde üstüne üstlük bir de Türk kimliğini ret ederek emperyalist projelere yeşil ışık yakmışlardır. Biz Türk kimliğini ulusal bilincin bir çatısı ve ulusal güvenliğin kolektif aksiyonu için, bilim, felsefe, sanat ve ticaretin bir iletişim dili olarak kabul ediyoruz. Türkiye’de sosyolojik bir olgu olan diğer birçok milliyetin varoluşu da bu çatının korunmasına bağlıdır. Bizim ilkemiz birlik, beraberlik içinde “yurtta barış dünyada barıştır”. Oysa emperyalizmin yüzyıllardır savunduğu strateji: Böl ve yönet ilkesidir.

Ruhun Özgürlük Ve Bağlanma Arayışı

Bütün kötülük,  ‘dindar ya da ateist nesil yetiştireceğiz’ demekle başlar. Oysa ne demişti cumhuriyetin kurucusu gazi Mustafa Kemal:” Cumhuriyet sizden aklı ve vicdanı hür nesiller ister.” İşte aydınlanma ahlakına bağlı insanların tutumu tam da budur. Asıl olan eğitim, öğretim ve ekonomik düzeyi yükseltilmiş yurttaşın erdemli etkinliğidir. Çünkü ancak yaratma ahlakına sahip insanlarda hak ve hakikat saygısı zamanla içselleşir. Korku, kırbaç ve sopaya dayılı bir eğitim sadece müstebit eğilimlerin dışa vurumudur. Bize gözdağı veren bu din anlayışında; tanrıya kulluk,  tıpkı kula kulluğun özelleşmiş bir açılımına benzer. Burada erken yaşlarda başlayan şartlandırma ile kişilik ve benliğin bastırılması esas alınır. Anadolu irfanını temsil eden Yunus Emre’nin Tanrı sevgisi bu zihniyeti çoktan aşmıştır.

*

Tutku, hem iyi hem kötüye hizmet edecek ruhsal bir enerji formudur. Bir toplum ne zaman ki bilimsel ve ahlakı olanı tutkularından ayırt etmeyi başarırsa o toplum giderek bir iyilik toplumuna dönüşür. Laik hukuk ve ahlaki akıl bu anlamda hem iyilik, hem de içten inanmanın sigortasıdır. Aksi halde kör bir fanatizm, fetişizm ve dogmatizmin hâkim olduğu toplumlar bir kötülük toplumuna dönüşmekten kurtulamazlar. Çünkü bu tür toplumlarda aklın temyiz gücü yoktur.

*

 

İnsan Olmak Sınıflar Üstü Büyük Bir Cumhuriyettir.

Ben Sokrates’i, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, W. Shakespeare, J. W. Goethe’yi niçin seviyorum. Akrabam oldukları için mi? Burada aynı ulustan olmak da önemli değil. Burada hem sınıf hem de uluslar üstü bir hakikat var. Odur, bizi birbirimize bağlayan asıl gönül bağımız. İnsanlık benim için aracı, komisyoncu, ruhban sınıfı istemeyen biricik akıl ve gönül bağıdır. Öncelikle kalbim ikna olmadıkça asla aklımca hiçbir fikri iddia edemem.

*

Aklı ve vicdanı hür nesiller yetiştirmedikçe iyi insan ve iyilik toplumu olamazsınız.

*

Bazen boyumuzu aşan yüksek bir yere çıkmak için mutlaka merdiven kullanırız. İşte cumhuriyet, aklı hür insanların yetiştiği bir seviyenin daha da yükseltilmesinin yol ve yönetimi demektir.

*

Rimbaud derki: Ben bir başkasıdır: O halde başkalarının acılarına bu kadar nasıl kayıtsız kalabiliyorsun sen. İnsan, gerçekten de kendisini tanıdıkça hem mikro, hem de makro düzlemde kozmik bir varlık olduğunun bilincine erişmeye açıktır.

*

Sınıfsal, ulusal ve evrensel bilinç inşası olmayan sanatçı hem yönsüz,  hem köksüzdür.

*

Liberal ve yobaz aklın tecavüzüne uğramış bir toplum bir daha kolay iflah olmaz. Çünkü liberalizm, sermayenin satın alma ve silah satma danışmanlığı ile sosyal adalet düşmanlığıdır.

O liberaller ki aynen şöyle buyurdu bu güne dek: “Bırakınız güçlüler yapsın her istediğini”. O muhafazakârların;  kadının örtünmesinden,  mevcut sömürü ve baskı düzeninin korunmasından başka bir kaygısı yok mu? Niçin çevrenin, doğanın ve ekosistemin korunmasına duyarlı değiller. Niçin sadece gökdelen türü yapılaşmanın, A.V.M ve camilerin yapılmasından mutlu oluyorlar? Evrende korunacak başka yüksek ahlaki değerler yok mu?

Tarih, Din ve Edebiyatta Yorum Bilgisi (Hermenötik) Sorunu

Her defasında Nasıralı İsa, Hıristiyanların İsa'sına şöyle der: " Dostum, korkarım ki asla anlaşamayacağız".  Halil Cibran’dan esinlenerek şöyle de diyebiliriz:   Kurandaki ahlak üzere yaşayan Hz. Muhammed ile adına on binlerce yalan hadis uydurulmuş Muhammed arasında uzlaşmaz çelişkiler var. Kuranın metinsel mantığı ile cemaatlerin Kuran kursu mantığı arasında da dağlar kadar fark var. Ortaçağın görme kusurlarıyla malul mezhep imamlarının Kuran yorumları elbette kusurludur. Bilgi çağının penceresinden Furkan’a bakanların bakış açısı bundan farklı olması da kaçınılmaz değil midir?  Çünkü özne değiştikçe yorum bilgisi de değişmektedir. Dinler tarihi dinamik bir süreçtir. Cumhuriyet döneminde;  Elmalılı Hamdi Yazır, Hüseyin Atay, Yaşar Nuri Öztürk,  İhsan Eliaçık, Caner Taslaman, Hasan Onat gibi diğer birçok ilahiyatçının içinde yer aldıkları sorgulayıcı, araştırmacı bir din bilincimiz gelişmiştir artık. Cumhuriyetin eseri olan bu okula, “Demokratik Özgürlükçü İslâm” diyebiliriz. Burada bilim felsefesiyle Kurandaki metinsel mantık arasında yaşamın güncellenmesi mümkündür tezi esas alınmaktadır. Siyasal İslam, ne yazık ki bilim ve ahlak eksenli bir dinsel anlayışı değildir.

*

Firavun-Karun ve ruhban sınıfı arasındaki işbirliğine yönelik tarihsel mücadele sadece aynı dine mensup âlimlerin, ariflerin ve aydınların mücadelesiyle sınırlı olmadığını bilmek zorundayız. Bizzat geleneksel dinsel görüşlerin dışına çıkarak dinler tarihini inceleyen, sorgulayan yargılayan Aziz Nesin, İlhan Arsel, Turan Dursun gibi yazarların aydınlanma ahlakına yaptıkları katkıyı da inkâr edemeyiz burada. Bu yazarların özellikle dinin hurafeler divanına karşı yaptıkları eleştiriler sayesinde insanlığa hizmet ettiklerini teslim etmemiz gerekir. Ateizmin toplumda örgütsel ve kurumsal düzeyde bir gücü yoktur. Ancak kavramsal ve kuramsal düzeyde dinsel gericiliğe karşı en başta cesaretle, etkili eleştirel bir dil geliştirdikleri için toplumsal iyiliğin artışına katkılarını takdir etmeliyiz. Burada karşıtların karşılıklı bir etkileşimi sayesinde bu gelişim mümkün olmaktadır. Demek ki aydınlanma ahlakı tanrısaldır derken dindar aydınlar kadar ateist ve deist yazarların ortak diyalektik bir katkısından bahsediyoruz. Dinler ve devrimler tarihi birbirini izleyen ve karşılıklı etkileyen diyalektik bir süreçtir. Eski kavramları bu gün kuantum paradigması içinde yeniden güncellemek durumundayız.

*

 Ayrıca bugünlerde kendi başına felsefi ve vicdani görüşleriyle Cazim Gürbüz,  ilk kez ülkemizde İslam’dan Deizme adlı eseriyle Yaradancı Okulun temsilcisi konumundadır. Bu okul, Tanrı inancını bireylerin kişisel vicdanına bırakılması gerektiğini savunur. Atatürk’ün de klasik bir Müslüman gibi ritüellere yönelmediğini ancak ahlaki eylemleriyle içten bir yaratan sevgisi ve hakikat saygısıyla hareket ettiği söylenebilir. Gerçi bu gerçekliğe karşın herkesin gönlünde farklı bir Atatürk’ün idealize edildiği de ayrı bir toplumsal olgudur.

Zihinsel Zindanlar ve Zihniyet Değişimi

Öngörü (basiret, uzgörü, sağgörü) ile önyargı (sanı, zan,) bıçak sırtı gibidir.
Bizim öngörü diye sandığımız bir beklentinin, bazen önyargı olduğu sonradan anlaşılır. Ya da tersi bizim pek önyargılı bulduğumuz bir görüşün sonradan öngörü olduğu ortaya çıkabilir. Burada insan ilişkilerinde hoşgörüyü baştan kabul etmemiz gerekir. Aristoteles’ten esinlenerek söylersek: Madem yükseklik duygusu, aşağılık duygusunun karşıtıdır. O halde kibrin sıfır noktasında, ahlaki zekânın devreye girdiği bir düzeyi yakalamak ne güzeldir. İnsanoğlu;  yalan, yanlış, yanılgı ve yanılsamalar bulutu ile kuşatılmıştır.
Bundan kurtulmak ve arınmak sürekli üzerinde bir odaklanma ve düşünme çabası ister.
Aslında dindeki ibadetler, keşke daha çok bu yanılgılar, yanlışlar ve yanılsamalar alanı üzerine kurgulansaydı dünya daha yaşanılası bir yer olurdu. Ne yazık ki çoğumuzda bir çokbilmişlik özgüveni var. Bu bağlamda ilkesel olarak soyluyorum ki yüzyıllardır insanın insanlaşma mücadelesindeki aydınlanma ahlakı tanrısaldır. Buna tüm farklı görüş, düşünüş ve inanç mensupları dâhildir. Hayatında hiç bir düşünme sistematiği içinden geçmemiş insanlar, yüzlerce düşünceyi papağan gibi vaaz etseler de nafile bir uğraş içindeler. Çünkü aydınlanma için öncelikle bulanık bir kafadan arınmak, bir şeyin farkına varmak, bir özürlü yaklaşımdan dolayı üzülmek, bir yanılsamadan kurtulmak ve zamanla yanlış zihniyet ve davranışlardan giderek uzaklaşmak esastır.

Cemal Öztürk

SOLİTİRAZ.COM

 

Facebook'ta Sol İtiraz