Arap dünyası tarihe mi gömülüyor?
Arap dünyasındaki gelişmelerin bir var oluş yok oluş sorunu olarak ne derece ciddi olaylar olduğu konusunda solitiraz okurlarını, Arap dünyasının en önemli düşünürlerinden 2011-2014 döneminde Tunus cumhurbaşkanı yazar Munsif Marzuki'nin yazdıklarını yayınlayarak uyarmak istiyoruz:
Bu yazı, Nizâr Kabbânî’nin deyimiyle “Allah’ın ellerini yıkadığı” [Arapça bu ifade, artık hiçbir beklentinin kalmaması, ümidin tamamen kesilmesi anlamına gelmektedir] ümmet için bir mersiye daha değil, giderek viran olması karşısında bir panik çığlığıdır ve bizler bunun bilek gücü ve kazma-küreğiyiz.
Bağımsızlığımızın çöküşüne bir bakın…
Geçen yüzyılda dışarıya bağımlılığının bilincinde olan, bağımsızlığın hayallerini kuran ve bu uğurda mücadele veren canlı ve dinamik halklarımız ve nihayetinde egemenliğine kavuşup kullanan devletlerimiz vardı.
Bugünse halklarımız ne ilim, teknoloji, gıda ve siyaset alanında dışarıya ne denli derinden bağımlı olduğunun bilincinde ne de bu meseleyle meşgul; devletlerimizin çoğu da kaderlerini bölgesel ve küresel güçlere teslim etmiş durumda.
Halklarımız da devletlerimiz de vesayet altında olduğu halde hala her sene tutup da “bağımsızlık bayramı”mızı kutluyoruz.
Ortak kurumlarımızın çöküşüne bir bakın…
Arap Birliği’ne söylenecek en iyi söz, “Defnetmek ölüye bir iyiliktir” [Arap Birliği’nin çoktan öldüğünü ima ediyor].
1960’lar ve 1970’lerde Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni de Tunus-Libya, Fas-Libya arasındaki birlik projelerini de defnettik.
Ellerimizi semaya açıp Arap Mağrip Birliği’nin ayakta kalması için dua etmeliyiz. Ve şimdi sıra belki de Körfez İşbirliği Konseyi’nin cenaze namazını kılmaya gelmiştir.
Rejimlerin ve devletlerin çöküşünün hız kazanmasına bir bakın… Sudan ve Somali’nin parçalanmasını daha evvel yaşamıştık; şimdi de Suriye, Irak, Libya ve Yemen’in dağılmasına şahit oluyoruz.
Kendisinin daha bin sene ayakta kalacağını zannederek çöken bu devletler silsilesine bundan böyle bir yenisinin eklenmeyeceğini düşünenler yanılıyorlar.
Onlar da önümüzdeki on yıllar içinde bu listede yerlerini alacaklar. Arap Baharı birer yanardağ olup birçoğu henüz daha patlamış bile değil; hal böyleyken –kendilerini rahatlatmak için– devrimlerin daha başında başarısız kaldığından dem vuruyorlar sana.
Ümmetin belkemiğindeki tehditlerin hacmine bir bakın, yani Arapçanın yüz yüze olduğu tehditlere...
Kimisi onu Latin alfabesiyle ve günümüzün modası internet diliyle yazıyor. Sırada bu dilde eğitim görmeye talip grupların yakında ortaya çıkma ihtimali var.
Kur’an-ı Kerim’in ilk Franco-Arapça, Anglo-Arapça ve İbrani-Arapça “tercüme”sini bekleyin.
Ne de olsa “halk”ın kutsal kitabını anlaması hakkı değil mi? Martin Luther de İncil’i Latinceden kendi dili olan Almancaya tercüme ederken bunu yapmamış mıydı?
Onların meşrulaştırıcı gerekçesi tam da buydu. Geçmişte bizi bir araya toplamış diğer bir ortak paydamızın çöküşüne bir bakın...
Ümmet trajedilerin en beterinde ve Arap yetkililer de küstahlıkta boğulurken Arapların Filistin trajedisine verdikleri önem giderek azalıyor. Suriyelilerin, “[Batı’ya ve İsrail’e karşı] direnişçi” Arap ordusu elinden tattıkları zulmün akıl almaz boyutu karşısında İsrail baskısını adeta “nimet” sayarak bir benzerini temenni eder ve bizim İsrail zulmünü öfkeyle kınamalarımızla dalga geçer hale gelmeleri ne kadar da utanç verici. O devasa akan kana bir bakın…
Alternatif bir vatan bulmak amacıyla milyonlarca Suriyelinin ve Iraklının siyasi sebeplerden ve Faslıların da iktisadi sebeplerden daha önce hiç görülmedik boyutta kaçışına yol açtı. İnsan için gerçek vatan, kaçtığı değil sığındığı topraklar değil midir?
Öte yandan [vatanında kaldığı halde] kendi Arap kimliğinden/aidiyetinden kaçanların sayısındaki artışa da bir bakın… Adeta slogan şu: Bir oraya bir buraya yalpalayıp duran kaybeden ata oynama! Meşrık’ta bütün etnik ve mezhebi grupların taleplerinde bir artış ve yükseliş var.
Mağrip bölgesine gelince, “Arap Mağribi”nden bahsetmek artık itiraz yağmuruna tutulmadan mümkün değil.
Tunus’ta bile Berberice konuşanların sayısı birkaç bini geçmediği halde ülkenin Araplığını inkâr eden gruplar ortaya çıkmış durumda. Bazıları –internet sayfama yazarak– Berberi mirası olduğu için elbise giyip kuskus yemekten vazgeçmemi istiyorlar.
Buna mukabil, kendimi milliyetçi olmayan bir Arap olarak tanıttığım için geldiğim yere geri dönmemi isteyenler de var.
Görünen o ki bu kardeşlerimiz isteklerinin imkânsızlığının farkında değiller; zira “Marzûkîler”, hicri 439/miladi 1047’den beri amcaoğulları Benî Hilâllerle birlikte Tunus’ta yaşayan Benî Selîm’in torunlarıdır.
Diyebilirsiniz ki problem nerede? Ne talihsizsim ki batıya doğru göç etmeden evvel atalarımın yaşadığı topraklar bugünkü Birleşik Arap Emirlikleri’ydi. Daha evvel dediğim ve bundan sonra da söylemeye devam edeceğim üzere, bırakın atalarımın topraklarına geri dönebilmeyi, bana burada [BAE’de] sığınma hakkı verilmesi bile neredeyse imkânsız.
Belaların en beteri şaşkınlıktan insanı güldürendir. Soru, “Tünelin ucu nerede?” değil, “Bir çıkış kapısı gerçekten var mı?” olmalı. Sebebi bilinmeyen hastalığın tedavisi olmaz. Felaketlerin felaketinin temel nedenini şimdiye kadar ne çok araştırdık: despot rejimlerimizde… ataerkil ailemizde… tabiatın bize muazzam çöller, Avrupalılara ve Çinlilere ise devasa tarım arazileri bahşetmesinde… boş beyinler ve egosu kabarık insanlar üreten eğitim sistemlerimizde… sömürgecilik, emperyalizm, Siyonizm ve kozmik komplolarda… bahtsızlıkta…
Öyle ya tarih, aynı zamanda bir tesadüfler demetinin diğeriyle çarpışmasından doğan bizim alınyazısı dediğimiz şeydir. Kim bilir, belki de bu lanet olası alınyazısı, gelecekte bize bir Kemal Atatürk veya Mao Zedong rolü oynayabilecek beş yaşındaki bir çocuğun beyinsiz bir küçük yılanın sokmasıyla ölümünü takdir etmiştir!
Aşikâr ki felaketin unsurlarının büyüklüğü ve karmaşıklığı, kapsamlı bir teşhis koymaktan bizi aciz bırakıyor. Bununla birlikte, kaderimizin henüz takdir edilmediği ve bizim de kuruntu içindeki gafiller olmadığımızı ümit ederek –acilen– bir çıkış yolu bulmamız lazım. ***
Biri kötü, biri iyi iki haberim var; biz kötüyle başlayalım. Kâinatın kurallarına göre, nesli tükenmek üzere bir ümmet olabiliriz: Tıpkı bireylerin ölümü gibi milletler, medeniyetler ve hatta canlı türleri de ölürler. Dünya tarihi 500 milyon senedir tam beş defa canlı türlerinin %80’inin yeryüzünden tamamen silinip gittiği kitlesel bir yok oluşa şahit oldu.
Bundan 65 milyon yıl önce, çok güçlü yanardağ patlamaları ve iklim değişikliği veya dünyaya büyük bir meteor çarpması yüzünden dinozorların soyu kurumuştu. Bugün de bazı bilim adamları, iklim değişikliğiyle altıncı yok oluş aşamasına girdiğimizi söylüyorlar. Arapların neslinin tükenmesi, insanoğlunun tamamen yok oluşu yanında devede kulak olabilir.
Hal böyleyse göz korkutmaya gerek var mı? İyi habere gelince, neslin tükenme dalgası nihayete erer ermez tabiat muazzam bir yaratıcı ve türetici ivmeyle devreye girer. Sanki kâinata hâkim olan yaratıcı güç, zayiatı çok daha iyisiyle telafi ve tazmin etmek istermişçesine, çok daha çeşitli ve capcanlı yeni türler devasa miktarda ortaya çıkarlar.
Milletler ve medeniyetler düzeyinde de aynı olgu geçerlidir. Bunlardan herhangi biri yok olurken hemen yıkımın üzerinde inşa edici bir yaratıcı güç devreye girer; daha azametli, daha iyi ve daha sürdürülebilir bir medeniyet üretir. Kim bilir, belki de şahit olduğumuz şey eski Arapçılığın yok oluşudur ve bu bize eskinin enkazı üzerine yeni bir Arapçılığın hayat bulmasını vaat ediyordur? Sun’i devletlere ve sahte ideolojilere yapışıp kalmamıza ve yüzyıllarca adil despot veya büyük ulus-devlet eliyle kurtuluşu veya Hilafet’in geri dönüşünü bekleyerek geçirdiğimiz bütün bu hüsnükuruntulara tutunmamıza yol açan şey nedir?
Oysaki şimdiye kadar bunlar eliyle hayal kırıklığı üzerine hayal kırıklığı yaşamaktan başka bir şey elde edemedik. Kabul edelim ki çöküşü mukadder olan şeyin kurtuluşu için zahmet çekmeye veya hayıflanıp üzülmeye değmez; aksine, eceli çoktan gelmiş olanı yıkan bu depremden dolayı sevinmemiz, enkazın üzerine inşa edilecek şeyle ferahlamamız lazım.
İçimizde dolaşan ve hayatın iradesini ve inadını ortaya koyarak bizi harekete geçiren kurucu/inşa edici güçlerin özelliklerini ve yönelimlerini analiz etmemiz mümkün müdür? Evet, eğer ki çevremizdeki gürültüye kulakları tıkarsak ve ümmeti kendisinden kurtarma projesini her yönüyle araştıran kolektif akıldan yükselen fısıltılara kulak verirsek. Zihinlerde devrimin ilk işaretleri başlamış durumda ve bunun itici gücü, hazır paket çözümlerden tamamen kopuştur.
Öncelikle eski kalıpları kırmaya ve alışılmış kalıpların dışına çıkarak düşünmeye dönük de bir başlangıç sözkonusu, bilhassa kökten yeniden inşanın esaslarıyla alakalı olarak.
Geçmişte de günümüzde de Arap’ın tanımı, dini, kökeni ve rengi her ne olursa olsun Arapça konuşan kişidir. Bu yüzdendir ki Türkmen Abdülvehhâb el-Beyâtî, Afrikalı et-Tayyib Sâlih, Berberî Muhammed Âbid el-Câbirî, Hristiyan Cibran Halil Cibran ve Yahudi Leylâ Murâd Arap kültürünün en büyük fenerleriydi. Bu tür bir tanım zaruridir; zira biz bir toprakta değil dilde yaşayan bir milletiz, yine biz ırkî değil kültürel bir milletiz.
Ama bu da artık yeterli değil. Zira bugün Meşrık ve Mağrip’te Arapça konuşan, ama kendisini Arap olarak tanımlamak istemeyen milyonlar var. Buna mukabil, Arapça konuşamadığı halde kendisini Arap olarak tanımlayan gurbette yaşayan milyonlar var. Bütün bu halkları bir potada eritmek veya esas kimliğini vermek için İslam’ın tek meşru model olduğunda hala daha ısrar edenler var.
Tıpkı geçmişte halkçılığın/şuubiyye birbirini boğazlayan Fars, Arap, Türk ve Kürt milliyetçiliklerine dönüşmesiyle başarısızlığa uğraması gibi, bu model de başarısız olacaktır. Zira bütün bu halkların içinde milliyetçi şuurun giderek azalmasını ve tıpkı şu an Sünni ve Şii Araplar arasında olduğu gibi tek bir milliyetçiliğin de kendi içinde [mezhebî temelde] bölünmesini yaşıyoruz.
Bu başarısızlık İslam’a mahsus değil; Hristiyanlık da şiddetli bir şekilde birbiriyle savaşmış Avrupa halkları arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmadı. Bugün onun birlik içinde yaşaması da “sahih” Hristiyanlık anlayışının gölgesinde değil, çoğulculuğu kabul eden ve bir arada yaşamayı menfaatlere ve hedeflere dayandıran bir sistem sayesinde. Halkları ve milletleri ortak Sovyet doktrini potasında eritmeyi savunan komünizm de aynı şekilde başarısızlığa uğramıştı.
70 seneden fazla yaşamadı ve sonunda Rusya, Rusluğuna ve Hristiyanlığına ve Orta Asya devletleri de Turancı ve İslamcı kökenlerine geri döndü. O halde önümüzdeki yüzyıllar için kimliği hangi dayanaklar üzerine inşa edeceğiz? Tüm milliyetçiler arasındaki ortak payda, kimlik anlayışlarının naifliği/bayağılığıdır: Bir kavmin saf ve değişmez bir unsurdan ortaya çıktığı anlayışı –ki onların hastalıklı hayalleri dışında bunun gerçek hayatta herhangi bir karşılığı yoktur– ve ayrıca bu kimliği öteki üzerine inşa ederek tehlikeli bir düşmanlığa yol açmalarıdır. Bütün bu tehlikeli ahmakların bilmediği ve görmezden geldiği şey, her bireyin ve her halkın gerçek kimliğinin kendisi kadar ötekisi tarafından da üretildiğidir.
Bu tıpkı jeolojik katmanlar gibidir; yani birbiri ardına gelen ve iç içe geçen insan toplulukları tarihlerinin birikimi, bir halkı üreten şey olup sürekli değişmeye ve kimliğin yeni yeni katmanlarını üretmeye devam eder. Bu nedenle –ne kadar safkan olduğunu iddia ederse etsin– [kanına ve kültürüne] Arap, Berberi, Afrika ve Akdeniz kültürlerinin ve kanlarının karışmadığı tek bir Mağripli yoktur.
Hatta aynısı, sayısız kavmin birbirinin peşi sıra hac ibadeti, istilalar, ticaret ve kölelik için geldiği Necd, Hicaz ve Körfez bölgesi için de geçerli. Bütün bu insanların bilmediği ve görmezden geldiği şey şu ki bugün Berberiler, Kürtler, Türkmenler, Maruniler, Dürziler ve Sudanlılar yüzyıllar içinde safkan Arapların sonradan Araplaşanlarla birlikte el ele vererek ürettikleri, daha sonra zaman içinde o muazzam yapının sadece birer unsuruna dönüştükleri engin bir kültürün ayrılmaz birer parçasıdır.
İlk şerefleri bu muazzam yapının temellerini atmaları olmuştu; son şereflerine de geri kalan tüm dost ve kardeş unsurlarla birlikte onu geliştirerek nail olacaklar. Yaratıcı ve inşa edici güçlerin neticesi olan fikir projesi, “çoğunluk ve azınlık” kavramını çöp sepetine atarak bunu yenisiyle, “unsurlar” kavramıyla değiştirecektir; bu da kimliğin tarihin biriktirdiği tüm katmanlarıyla kabul edilmesini ve zihinleri gelecek katmanlara hazırlamayı kolaylaştıracaktır.
O halde Meşrık ve Mağrip’teki bütün unsurlardan âkil insanların –karşılıklı tanıma, karşılıklı saygı ve karşılıklı güven esaslarına dayalı ve hangi unsurdan olursa olsun aynı haklardan yararlanmayı ve aynı görevleri ifa etmeyi gerektiren barış içinde bir arada yaşama şartı üzerine bina edilmiş– en sağlam ve güvenilir bağı (urvetu’l-vuska) yenilemek için diyaloga oturması lazım. Böylece eski ortaklık anlaşması güncellenebilir, şartları herkes için ve herkesin menfaatine olacak şekilde iyileştirilebilir.
Yeni fikrin karşı karşıya kalacağı diğer büyük meydan okumalar bilindik şeyler: Yolsuzluğa batmamış demokratik devletleri ve iktidarda bütün unsurlara etkin birer yetki veren yerel yönetimleri nasıl inşa edeceğiz?
Halkı tebaa konumundan çıkartıp vatandaşlardan oluşan halkların doğuşunu nasıl hızlandıracağız?
Son olarak ilme, teknolojiye ve yenilenebilir enerjilere dayalı bir ekonomiyi nasıl var edeceğiz?
Avrupa Birliği çizgisinde Hür Halklar Birliğini nasıl kuracağız?
Düşüncemizdeki ağırlık merkezini geçmişten geleceğe nasıl taşıyacağız?
Alternatiflerin olgunlaşmasını hızlandırmak için –ki vakit tüm şiddetiyle bizi buna zorluyor– kolektif bilinçsizliği yok eden kolektif beyin fırtınasına yoğunlaşmamız lazım.
En başta da siyasilerin, entelektüellerin, gazetecilerin, gençlerin, akademisyenlerin ve eğitimcilerin en iyilerini beraberce hayal edip düşünmeleri için bir araya getirecek zirveler yapılmalı. Acaba bunlar boş rüyalar mı?
Katiyyen, asla. Hâlihazırda birbirinden bağımsız şekilde aynı problemler üzerine düşünen küçük gruplar tarafından tünelden çıkabilmek için çeşitli yollar arayan girişimler zaten var; ama bunların el birliği yapıp güçlerini birleştirmesi gerektiği muhakkak. Bildiklerim arasında benim Yemen’den Tevekkül Kerman, Mısır’dan Eymen Nur ve Suriye’den Ahmed Toma’yla birlikte faaliyet gösterdiğim “Demokratik Devrimleri Koruma Grubu” var. Keza gençleri gelecek şoklara hazırlamaya odaklanmış Vaddah Hanfer’in inisiyatifinde “Şark Forum” var. “Yeni Arap/el-Arabî el-Cedid” televizyonu ve gazetesi çevresinde odaklanan Azmi Bişare’nin girişimi söz konusu. Bu girişimlerin görünürde yaptıklarından çok daha fazlasının ortak aklın derinliklerinde bulunduğuna şüphe yok. [Yeni fikirlerin] çoğu da esasında benim “e-kuşak” dediğim gençlerden gelecek; bunların çoğu bizi şaşırtabilir, hatta şok edebilir. Ama yenilenmenin kanunu tam da budur.
Evet, yüreklere nispeten su serpen şey şu: Patlamalar ve yıkıcı güçlerin gürültüleri kulakları sağır ederken sessizlik içinde yaratıcı güçler, tarihin kurbanı değil inşa edicisi olarak devreye girerler. Özetle, yıkıcı güçlerin yaptığı büyük kötülük karşısında iyimserliğe ve yaratıcı güçlerin inatla yılmaması ve sessiz sedasız yoğun çabaları karşısında da kötümserliğe mahal yok. Tek mantıklı duruş, Emile Habibi’nin deyimiyle “kötüyimserlik”. Tüm kötüyimserlere tavsiyem, meşhur İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin sözünü dikkatle alarak kötüyimserliklerini güçlendirmek için çalışmaları: “Medeniyetleri üreten meydan okumalardır.” Sadece ve sadece bu perspektiften, “bahşettiği” musibetler ve karşı karşıya olduğumuz meydan okumaların büyüklüğü için –her durumda hamd edilmeye tek layık varlık olan– Allah’a hamd edebiliriz.
Kaynak: Bölge Postası http://www.bolgepostasi.com/dunya/defnetmek-oluye-bir-iyiliktir-ceviri-analiz-h2552.html
SOLİTİRAZ.COM