Batılı aydınlar bugün ne yapıyor?
Tuhaf zamanlar yaşıyoruz. İnsanlık neredeyse kırk yıldır çağa damgasını vuracak düşünürlerden ve kuramlardan yoksun durumdadır. İrlanda asıllı bir eleştirmen olan Terry Eagleton bu gerçeği, Kuramdan Sonra adlı kitabıyla irdelemeye çalışmış.
Kuramsızlığın Batı’nın bir özelliği haline geldiğini vurgulayan Eagleton bunu, “kültürsüzlük”le aynı anlama gelen ve “Normlara, bütünlüklere ve konsensüslere karşı ve siyasal anlamda bir yüzkarası” olarak nitelendirdiği postmodernizme bağlıyor.
TARİHSEL AÇIKLAR NASIL KAPATILIR?
Adeta insanlığın tarihini iki-üç yüzyıla sıkıştırarak ekonomik ve kültürel olarak muazzam başarılar sağlamış, böylece dünyanın diğer halklarından öne geçmiş Batı denen “bütün”den, ilk kez kendimi çok uzakta duyumsuyorum.
Aslında ilkokuldan beri bilinçaltımıza yerleştirilen gerçek, Cumhuriyet’imizi “düşman”a, yani Yunanistan’a, İngiltere’ye, İtalya’ya, Fransa’ya, yani “Batı”ya karşı kurduğumuzdu. Cumhuriyetimizi “Batı” denen büyük emperyalist bütünün gerçek yüzünü karşımıza alarak kurmayı başarmıştık. Yaptığımız, Batı’nın kendi iç dinamikleriyle bir yüzyıl süren uzun mücadeleler, devrimler, karşı devrimlerle başardığı şeye boyumuza posumuza bakmadan üstelik bir kaç on yılda “Biz de yapabiliriz”le balıklama dalmaktan ibaretti.
Cumhuriyet’in, yeni alfabe, , eğitim hamlesi, “milli kültür” kıyafet devrimi, devletçi kalkınma vs. gibi önemli hareketlerle yürüttüğü devrimlerin itici gücüyle ulusal bilinç oluşturulmaya çalışıldı.
İlk birkaç on yıl için dünyanın konjonktürü işimize yaradı. Amerika’daki ekonomik kriz, Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı’nın yaralarını tam sarmadan ikinci dünya savaşına merkez olması, bu ülkelere, kendilerini fena halde taklit eden bir Türkiye’yle uğraşmayı deyim yerindeyse -bir süre- erteletti. Gerçi Lord Curzon’un “Nasıl olsa bizim elimize düşeceksiniz” yollu sözleri, sonradan acı biçimde kavrayacağımız bir gerçekti.
Kapitalist kalkınma yolunu seçen genç Cumhuriyet, tarihsel bağlamda “özel” bir durum olduğunun bilincindeydi; başarı için daha başka iç dinamiklere gerek olduğunun da ayırdındaydı.
Ama hiç hata yapmaması gerektiğinin ayırdında değildi. O hatayı Marshall Yardımı’nı kabul ederek, toprak reformunu sürekli erteleyerek, Köy Enstitülerini kapatarak ve din eğitimine yol vererek yaptı.
Bizim bilhasa 1950’lerden sonraki teslimiyetçi yöneticilerimiz emperyalist sistemin dışında kalmayı yok olmakla eşdeğer görüyorlardı. Batı emperyalizminin yöneticileri de, bizi denetim dışı bıraktıklarında kendi varoluş nedeniyle çelişkiye düşecekti. Lord Curzon bunu biliyordu.
Curzon’dan yıllar sonra, —bizde son yıllarda liberal/sağ teorisyenlerin pek sevdiği— Arnold Toynbee, Study of History (Tarih Çalışması) adlı 9 ciltlik kitabında, “ulusal devlet” kurmaya çalışan devletleri kendilerini taklit bile etmelerine izin vermiyor, bu devletleri defterine not ediyordu: “Bolşevik Rusya”, “Maocu Çin”, “Meiji Japonyası” ve “Kemalist Türkiye” gibi “Batı dışındaki entelijansiyalar”ın, “modernliğin sırlarına vakıf olup Batı’ya karşı kullanma yönündeki başarıları”na şiddet kusuyordu. (Aktaran, Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, İlteşim Y. İstanbul, 2002, s. 46)
*
Nasıl tarihsel toplumsal hiç bir dönem atlanarak yaşanamıyorsa, tarihsel açıklar da kolay kapatılamıyor. Çünkü bunun için de harcanması gereken bir tarihsel süreç/zaman gerek. Kuyruğunu kovalama oyunundan sıyrılmak için öndekinden daha hızlı koşmak gerekiyor tarih bandında.
Buradaki en zorlu parkur koşmak için gerekli olan malzemeleri, yine öndekilerden almak zorunda kalmak. Bu ülkeler, toplumlar da bunu bekliyor; kapılarını çaldığınız, ilişki kurduğunuzda sizin koşu yolunuza sürekli cam kırıkları atmalarını engelleyemiyorsunuz.
Ama yine de Batının devrimci tarihiyle gözü kamaşmış, onların yazar/şair ve entelektüellerini hep referans noktası alan bizleri, Batı’nın soygun ve talanını, gerici yüzünü meşrulaştıracak ideolojik/kültürel savlarının bile tükenmiş olmasının itirafı şaşırtmamalı.
“Demokrasi” ve “insan hakları” gibi kulağa hoş gelen ninnilerin boş olduğunu Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de kesinlikle gördük. Müzeler yağmalanırken, çocukların kolu bacağı koparılırken bu yüksek “kültür”den çatlak bir ses bile çıkmadı.
BATILI AYDIN ve SANATÇILAR BUGÜN NE YAPIYOR
Bu durumda Batılı aydın ve sanatçılar ne yapmaktadır? Bu soruya, Batının, “marksist” olarak kendini tanımlayan önemli isimlerinden Terry Eagleton, Türkçe’de de yayınlanan Kuramdan Sonra adlı kitabında önemli açıklamalar yapıyor. Terry Eagleton, sapına kadar ulusal devlet milliyetçiliğiyle donanmış, bunu tartışma konusu bile etmeyen bir ülkeden, İngiltere’den yazıyor. Marksist olma iddiasını da bunun üzerine koyunca yazdıkları bizi yakından ilgilendirmeli ve dikkate alınmalı diye düşünüyorum.
Eagleton, Kuramdan Sonra adlı Dünya’da da çok satan, yazının başında kendime sorduğum soruyu, Batı’nın “güvenilirliği” konusunu işliyor.
Son otuz yılı, “kuramdan sonra”ki dönem olarak adlandırıyor. 1965-80 arasını devrimci kültürel fikirlerin altın çağı olarak ele alıyor. Bu çağ kültür çağıdır. Kültür kuramlarının altın çağı! Jacgues Lacan, Claude Levi Straus, Louis Althusser, Roland Barthes gibi isimlerin “öncü nitelikli” çalışmalarından övgüyle söz ediyor, Raymond Williams, Pierre Bourdieu, Fredric Jameson, Helen Cixous’un yaşadığı yılları şükranla yad ediyor. Onlardan sonra, onların düzeyinde “bu fikir ana/babalarının” yazınsal tutku ve özgünlüklerine ulaşan çalışmanın çıkmadığını vurguluyor. 80’den sonrayı, eski büyük/küçük anlatılardan kopuş dönemi, postmodern, kuramsızlık olarak adlandırdığı ve anti-kuramcıların egemen olduğu dönem olarak adlandırıyor.
Oldukça karışık görünen bu sıralamasında, “kuramlar dönemi” için övgüler dizen Eagleton, kitabının ilerleyen bölümlerinde “Kültür Kuramı”nın da bir “kazanç” olabileceği üzerinde duruyor.
*
Eagleton çok ilginç bir biçimde bizdeki gibi “1980”den sonra ya da “70’lerin sonundan sonra” miladını sık sık kullanıyor. Batı kapitalizminin, 70’lerin başındaki krizden sonra büyük bir yenilenme içine girdiğini söyleyen Eagleton, sistemin bu krizi çevre ülkelere yıkma araçları üzerinde duruyor. Ve kapitalizmin bu yeni talan stratejisinde, “İlerledikçe sığlaşan bir çağda, kulağa derinlikli gelen bir şeyler söylemesi gerekiyordu.” saptamasından yola çıkıyor. (Eagleton, s. 74)
“Kuram, sözlük tanımına yakın tanımlarsak, rehber olarak aldığımız varsayımlarımız üzerine ürettiğimiz bir makul sistematik düşünceler bütünüdür.” O halde vazgeçilmezliğini koruması gerekmektedir. Ne var ki “Bu çığır açıcı figürler”den sonra gelen nesil, kendine özgü fikirler bütünü yaratamadı. “Yapısalcılık, marksizm, post-yapısalcılık vs. artık eskisi kadar seksi konular değil. Şimdilerde seksi olan şey, daha çok seksin kendisi… İnsan bedeniyle ilgililer yeni nesildekiler, ama açlık çeken bedenle, çalışan bedenle değil, erotik bedenle.” (s.3)
Etnisite’nin ve dinsel kimliklerin cemaat düzeyinde bile pohpohlandığı bir dönem! “1970 sonrası muhafazakarlığının kasvetli ve sıkıcı yirmi otuz yılı içinde, tarih bilinci giderek artan bir biçimde körleşti; ki bu durum, bizden, mevcut olanın dışında hiçbir alternatif hayal etmememizi isteyen iktidar sahiplerinin çok işine geliyordu…” (s.7) “Küresel siyasette yeni ve uğursuz bir dönem açılmıştı…” (s.8)
Eagleton, “Şurası kesin ki ilginç bir çağda yaşıyor olmak, öpüp de başımıza koyacağımız bir nimet değildir… Her hafta sonu Hyde Park’ta polis tarafından kafanızın kırılma ihtimalinin olduğu, o eski günleri hasretle yad etmenin bir anlamı yoktur. Zaten Dünyayı saran siyasal olayların tarihini anımsamak, en azından siyasal sol için, büyük oranda bir yenilgiler tarihini anımsamaktır. (…) Bugün eksikliğinin ne derece tahrip edici olduğunu ispat etmiş bir şey varsa o da kolektif ve etkin siyasal eylem anılarıdır. Bugün birçok kültürel düşüncenin şeklini çarpıtmış olan da budur. Düşüncemizi doğru yoldan yanlış yola çekip sürükleyen tarihsel bir anafor söz konusudur.” diyor. (s. 8)
MARKSİZM BİRİNCİ DÜNYA’YI FAZLA MI ÖNEMSEDİ!
Eagleton’a göre: “Bugün artık meydana geldiklerini bile unuttuğumuz devrimler tarihin en muzaffer devrimleriydi… 1950 ve 60’larda, ulusalcı orta sınıfların önderliğinde gerçekleşen bir dizi özgürlük hareketi,siyasal egemenlik ve ekonomik bağımsızlık aşkına, tepelerindeki işbirlikçi yönetimleri devirdiler…”
Ne var ki, “Marksizm, Üçüncü Dünya’nın iyi, Birinci Dünya’nın kötü olduğu varsayımına pek yüz vermedi. Daha çok kolonyal ve post-kolonyal siyasetlerin sınıfsal analizi üzerinde durdu.” (s.10) “1970’lerin başlarında ise dünya kapitalist krizi derinleştikçe Batı kapitalizmi çok daha saldırgan biçimde yeniden yapılanan bugünkü versiyonuyla, ulusal bağımsızlıkçı üçüncü dünyalılara yanılgılarını pek pahalıya ödetti…” (s. 10)
Burada, Eagleton’un kendisi de “marksizm üçüncü dünyacılara yüz vermedi bu ayırımda” demesiyle “birinci dünya”ya yontuyor; durumu olumluyor. Ne var ki ulus(al) devletler, anti-emperyalist mücadelede, çağın belki de en önemli modern yapılarıydı; bunu da kabul ediyor.
*
Beni şaşırtan, fırtına gibi bir ilk on sayfayla başlıyor kitap. Yirmi yıldır aklı başında marksistlerin şaşkın, irileşmiş gözlerle izlediği, “ulus devlet ancak faşizm ve militarizm üretir”, “etnik aidiyet”, “dinsel kimlik” vs. gibi ideolojik varyasyonları, “başörtüm kimliğimdir” ve “Etnik aidiyetim için ölürüm” tasvirli istemleri, “emperyalist kapitalizmin yeni taktiksel yüzü” olarak değerlendiriyor:
“Bugün ulusal mücadelenin zamanında müthiş derecede etkin bir anti-kolonyal güç olduğunu hatırlayamayacak kadar genç ya da kalın kafalı olan kuramcılar, onda ağır bir şovenizm ya da etnik zihniyetten başka bir şey göremediler… Bunu yapanlar (yani ulus devleti etnik ve dinsel olarak zayıflatmaya uğraşanlar, A.Y.) ulus temelli düşünceyi reddederek, devrimci ulusla sıkı sıkıya bağlanmış olan sınıf kavramını da gözden çıkarıyordu. Kuramcılara göre, eh nasıl olsa bu ulus devletler refah içindeki kapitalist dünyaya yetişmekte başarılı olamadıklarına göre, ulus kavramının ötesinde bir şeyler aramak, sınıf kavramının da aşılması anlamına geliyor gibi görünüyordu; hele ki kapitalizmin daha önce hiç olmadığı kadar güçlü ve yırtıcı olduğu bir zamanda… Her şeye rağmen devrimci ulusalcılık, yirminci yüzyılın uzak ara en başarılı dalgası olmuştur. Komünist Manifesto sınıf mücadelesinin ilk önce ulusal bir biçim aldığını ama içeriğinin bu biçimin ötesinde de işlediğinden söz eder. Yine de ulusal devlet, bağımsızlığa giden yolu tıkayan emperyalist güçlere karşı farklı toplumsal sınıfları -köylüler, işçiler, öğrenciler, entelektüeller- örgütlemenin bir yoluydu. Ve ulusçuluğun güçlü bir argümanı vardı: başarı, en azından başarı için! Bugünkü post-kolonyal kuramın büyük bölümü, gözünü sınıf ve ulustan etnisiteye çevirdi. Bunun sonucu da post-kolonyal kültürün kendine özgü sorunlarının, yanlış bir şekilde, oldukça farklı bir sorun olan Batı tarzı ‘kimlik siyaseti’ sorununun altında toplanmasına yol açıyordu. Etnisite kültürel bir olay olduğu için bu odak değişimi, siyasetten kültüre doğru oluyordu. Bu da post-kolonyalizm/sömürü/talan sorununun depolitize olmasına neden oluyordu.(…)”! (s.12)
80’ler ve 90’lar “depolitizasyon” yıllarıydı. (s.40) Bir zamanlar ulus devlet olma yoluna girmeyi başarmış ulusal kapitalizmler giderek küreselleşen bir sermaye çağında artık halkının ilerlemesinden, eğitim, sağlık sorunlarını çözmekten çok yalnızca ayakta kalma mücadelesi veriyorlardı. İşçi hareketleri, ellerinden ve ayaklarından bağlanmış şekilde, özgürlüklerine getirilen aşağılayıcı kısıtlamaları kabul etmek zorunda kaldılar. Yatırımlar endüstriyel imalattan hizmet, finans ve iletişim sektörüne kaydırıldı. “Büyük iş kotarmak’ anlayışı egemen oldu.” (s.42.)
(Özallı yılları anımsamaya gerek yok.) Bu anlayış “kültürelleşti” ve imge/ambalaj ve görünüşe daha çok önem verince kültür endüstrisi daha büyük bir kazanç kapısına dönüştü. Etnisite’nin ve dinsel kimliklerin cemaat düzeyinde bile pohpohlandığı bu dönemde farklılıklar bir fetiş halinde teşvik ediliyordu. Biraz İngilizce bilen, İngilizce düşünmeye, yazmaya çalışan, dünyaya ve çevresine karşı ilgisiz, ulusal bilinçten yoksun, kaypak bir özne halinde bir insan kalabalığının temeli atılıyordu. Eagleton bunu “kültürel siyaset” olarak adlandırıyor. Batı, yeni bir oyuncak bulmuştu. İnsanların arzuları ve kimlik duygularına saygı duymayan hiçbir siyasal değişimin ayakta kalma şansı sanki yok gibi bir hava estiriliyordu. Böyle bir “Yeni insan”ı (s.47) yetiştirmek de “kültür”el faaliyetlerin göreviydi!
Bizde Orhan Pamuk’un değme sağcı yazarların yapamayacağı Osmanlı mistisizminin hortlatılması, Cumhuriyet’in kurucu önderlerini aşağılama çabaları, kısaca ulus(al) devletin kültürel stratejisini tahrip eden sanatçı tavrı, İngilizceye çevrilişinin abartılması, ulusal değerlere, -zorunlu olarak Türkçe kullanmasının dışında- en küçük bir saygı duymaması hep bu dönemin ürünüydü.
Hele Amerikancı ılımlı islamın merkezi olan Türkiye Yazarlar Birliği’nce ödüllendirilmiş, dinsel ve mistik söylem bulamacı kitapların yazarı Elif Şafak’ın romanını Amerika’da ve İngilizce yazıp Türkçe’ye çevirerek Türkiye’de yayınlatması, üçüncü sınıf yazarların “gerçek” yazar diye sunulması, İskender Pala adındaki kişinin Türk edebiyatının üzerinde palasını sallayarak her şeyi doğraması bu acı yarılmanın sonucuydu.
HOŞNUTSUZLUK KIŞLIK SARAYI’NI NE ZAMAN SARSAR
Oysa Gezegenimizde “Zengin ile yoksul arasındaki uçurum Komünist Manifesto’da öngörüldüğü gibi artmaya devam ediyor.” Marksizmin doğru bir şekilde tahmin ettiği gibi militan bir hoşnutsuzluk mevcut buralarda. “Hoşnutsuzluk Kışlık Sarayı’nı sallayacak biçimde değil ama insanların zihinlerinde bir çiçek salgını gibi yavaş yavaş yayılıyor.” (s.42)
Proletarya bitti mi? Bu da kocaman bir yalandır. “Proleter elinde kendisinden başka hiçbir varlığın olmadığı insan demektir. Hayvanlar gibi doğrudan bedenleriyle çalışmak zorundadırlar. Bu durumda gezegenimizde bugün bedeninden başka varlığı olmayan milyarlarca kadın ve erkek var olduğuna göre proletaryanın kaybolduğunu söylemek hayli garip” değil midir? (s. 43)
*
Yeni nesil kuramcıları marksizme değmeden etrafından nasıl dönerim’in manevrasıyla, aslında marksizmden tümden uzaklaşıp onu karşılarına aldılar. Ne varki marksist kuramın kaynaklarını yağmalamaktan da geri durmadılar. Marksizme kendi kötü ünlerini katıp onu gözden düşürdüler! “…Ütopya Paris’in kaldırım taşları altında duruyordu. Lacan, Foucault ve Derrida gibi kültür düşünürleri hala bir ütopik itkiyi içlerinde hissediyorlardı ancak pratikte olabileceğine inanmıyorlardı.” (s. 52) “Hatta Postmodern filozof Jean Baudrillard, Körfez Savaşı’nın gerçekten olduğundan bile şüphe ediyordu… Bu düşünürler, anlamı yerle bir ettiler, hakikati istila ettiler, etik ve siyaseti arkadan vurdular ve tarihi yok ettiler…” (Perry Anderson’dan aktaran Eagleton. s.54)
*
Kuramdan Sonra, “Amnezi Siyaseti”, “Kuramın Yükselişi ve Düşüşü”, “Postmodernizme Giden Yol”, “Kayıplar ve Kazançlar”, “Hakikat, Erdem ve Nesnellik” “Ahlak”, “Devrim, Temeller ve Fundamentalistler”, “Ölüm, Kötülük ve Yokluk” bölümlerinden oluşuyor.
Kendi aydınlarımızı okumuyoruz, yazdıklarını, söylediklerini “ulus devlet fetişizmi” olarak değerlendiriyoruz. Ama işte görüldüğü gibi, bizim pek hayran(!) olduğumuz Batıda da, yani kapitalizmin merkezinde bir aydın da bizim kaygı ve gözlemlerimizle aynı sonuçları yaşıyor ve yazıyor.
Kuşkusuz Eagleton da Batı’dan tek örnek. Belki de İrlanda asıllı olmasından. Çünkü Eagleton türü bir düşünürün ikincisine daha tahammül etmedi “Batı”!
Postmodern filozof Jean Baudrillard, Körfez Savaşı’nın gerçekten olduğundan bile şüphe ediyordu…
Bu düşünürler, anlamı yerle bir ettiler,hakikati istila ettiler, etik ve siyaseti arkadan vurdular ve tarihi yok ettiler…
NOT: Terry Eagleton’un bir kaç yıl önce Başkent Üniversitesi’ndeki konferansında yaptığı “Kültür Üzerine” konuşmasındaki bizce yanlış düşüncelerini burada bir rezerv olarak duyurmak isterim. O ayrı bir konu.
(Bu yazı daha önce anafikir.gen.tr’de Terry Eagleton, “Kuramdan Sonra” ve Kuramsız Dünya” başlığıyla yayınlandı.)
Ahmet Yıldız
SOLİTİRAZ.COM