Emperyalistlerle Mücadele Sağcılara Emanet Edilemez / Levent Yakış
Ülkemizin son birkaç on yılına büyük alt üst oluşlar eşlik etti. Köklü politik akımların geleneksel çizgilerinde sert kırılmaların yaşandığı ve umulmadık yönlere savruldukları, hemen her örgütsel, kurumsal yapının devlet aygıtı dâhil çözülmeye uğradığı kaotik bir süreci hep birlikte yaşadık, yaşıyoruz.
Bütün bunlarda içsel dinamiklerin etkisini yabana atmasak da asıl dışsal dinamikler belirleyici oldu. Başta ABD, merkezi Batılı devletlerin politikalarında yaşanan köklü dönüşümün yarattığı dalgalarla boğuşuyoruz şu an. Emperyalist devletlerin askeri, politik, iktisadi her boyutta eşgüdümlü biçimde art arda geliştirdiği ataklar iç ve dış dengeleri alt üst etmekle kalmıyor, mevcut sınırları da belirsizleştirerek ülkemizi ve bölgemizi muazzam bir kaosun içine yuvarlıyor.
Sürecin başından itibaren Türkiye’de emperyalist politikalara yaklaşım açısından birbiriyle uyuşan uyuşmayan farklı tepkilerle karşılaştık. Ancak, farklı tepki veren kesimler kendileriyle bire bir örtüşen örgütsel, kurumsal yapılara henüz sahip değiller.
Emperyalist stratejilere daha başından karşı çıkanlar, sonradan uyananlar, uyum gösterip belayı savuşturacağını sananlar veya hangi davayı güdüyorsa onun adına emperyalistlere sonuna kadar destek verenler çoğunlukla alışageldikleri aynı çatılar altında milliyetçi, muhafazakar, İslamcı, sosyalist, devrimci vb. etiketlerle yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar.
Şimdi artık bunun sürdürülemez olduğu günlere hızla yaklaşıyoruz. Herkesin elini açık etmek zorunda kalacağı ve kendi konumuna uygun arayışlara yöneleceği zorlu bir dönemin kapısı çoktan aralandı bile.
SAĞ CENAHTAN YÜKSELEN SESLER
Nitekim, emperyalist stratejilerin Türkiye’yi de kapsayan nihai amacı (Modern Ortaçağ! ) toplumsal algıda görünür hale geldikçe sağdan gelen itirazların arttığını gözlemliyoruz. Tepkisel tutum hâkim sınıf unsurlarını da kısmen içererek sağ cenaha dalga dalga yayılıyor.
İlk bakışta şaşırtıcı gelebilir bu. Çünkü bugüne dek emperyalist çıkarların asli taşıyıcısı hep sağ cenah oldu. Kendisine sağcıyım diyen veya öyle tanımladığımız herkesi işbirlikçilikle suçlamıyoruz elbette. “Asli taşıyıcılık” niteliğe ilişkin bir tanımlama. Sağ cenahın ağırlık merkezini işaret ediyor.
Politikacısından entelektüeline önde gelen şahsiyetleriyle, gövde partileriyle, bulundukları alanda geniş hacmi kaplayan kurumsal, örgütsel yapılarıyla sağın bu konudaki sicili herhalde gözlerden kaçırılamaz.
Hatta işbirlikçiliğin mazisini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarına dek geri götürebiliriz. Cumhuriyetin daha baştan boğulmasını hedefleyen emperyalist faaliyetlerde islamî akımlar azımsanamayacak bir rol oynadılar. İlerleyen süreçte özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra işbirlikçilik farklı bir boyuta büründü. Marjdaki akımlardan sağın bütününe doğru uzandı.
Tam bu noktada Türkiye’nin savaş sonrasında iki kutup ekseninde ayrışmış uluslararası ilişkiler sistemine Batı Bloğunun bir uç (karakol) ülkesi olarak eklemlenmesi kritik önemdedir. Kimlerin öncülüğünde ve hangi kaygılarla (Sovyetler Birliği’ne karşı kendini güvenceye alma vb.) yapılmış olursa olsun bu tercih bir kez gerçekleştiği andan itibaren ülkemizin kaderini adeta belirledi.
Yalnızca dış politikamız değil, iç politikamız, iktisadi yapımız, entelektüel hayatımız, ideoloji-kültür üretimimiz hep bu ilişkinin gölgesinde şekillendi. Ve emperyalistlerin Türkiye’de yerleştirmek istediği nizam esas olarak sağ cenahta karşılık buldu.
Bağımlılık ilişkisinden türeyen yeni sınıf ve katmanlar yükseldikçe de emperyalizm ülkemize daha fazla yerleşti ve zamanla içsel bir olgu haline geldi.
Buna rağmen ilişkilerin sorunsuz yürüdüğü söylenemez. Türkiye emperyalist açıdan hiçbir zaman dikensiz gül bahçesi olmadı. Sol cenahın doğal refleksine yer yer sağdan gelen tepkiler de eklendi. Böyle durumlarda akıbetleri solunkiyle belli ölçülerde kesişti ve baskıya, tasfiyeye maruz kaldılar.
Bunları görmezden gelmek olmaz. Kabul edelim ki, tasfiyelerin varlığı az çok bir direncin varlığına işarettir. Özellikle emperyalist kapitalist sistemin küresel ya da bölgesel boyutta tutum değişikliğine yöneldiği dönemlerde solla birlikte sağ cenahın direncinde de belirgin bir artış gözlemleriz. Sağda önceki dönemin şartlarına göre şekillenmiş, buna göre vaziyet almış kesimler bazen yeni dönemin taleplerini taşıyamazlar. Ağır kalırlar ya da hiçbir biçimde uyum sağlayamazlar.
İşte askeri darbeler tam bu kritik dönemlerde sahneye konur. Tasfiyeleri hızla ve kökten halledip, belli bir süre için bile olsa ortamı değişen emperyalist çıkarlar doğrultusunda konsolide ederler.
Son yıllarda ardı ardına yaşadığımız operasyonların ve darbe girişimlerinin ardında yine aynı mantık yatıyor. Bu sonuncuları tetikleyen başlıca gelişme Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan yeni dünya koşullarıdır. Emperyalistler taleplerini bu koşullar çerçevesinde yeniden tanımladılar. Coğrafyamızın payına düşeni adıyla sanıyla artık hepimiz biliyoruz: Büyük Ortadoğu Projesi…
Projenin öncekilerden temel farkı hakim sınıflar katında veya toplum katında hiçbir kesimin kolay kolay altından kalkamayacağı ağırlıkta talepleri içermesidir. Aslında tümünü tek bir cümlede özetleyebiliriz: Coğrafyanızı mahvetmemize yardımcı olun, ardından ülkenizi de ortadan kaldırın. Bu kadar net!
Doğallıkla proje idari bürokratik yapıda ve sağ cenahta başından itibaren güçlü itirazlarla karşılaştı. Daha henüz proje emperyalist merkezlerde yeni şekle şemale kavuşmuşken önceki dönemin Yeşil Kuşak projesinde işlevsel rol üstlenen ve bu sayede palazlanan islamî kesimler ayıklamaya tabi tutuldular. 28 Şubat post modern darbesi esas olarak bunu sağlamaya yönelikti. Direnç gösterenleri veya göstereceği varsayılanları geriye iterek etkisizleştirdi.
Ergenekon operasyonlarında ise bu kez laik kesimdeki muadilleri aynı akıbetle karşılaştılar.
Bütün bu tasfiyelerle BOP’a eklemlenmekte beis görmeyenlerin ve hevesli olanların önü sonuna kadar açıldı. Emperyalist çıkarlara tam anlamıyla bağlananlarla, nihai amaçta mutabık kalmasalar bile projenin açtığı yoldan yürüyerek güç kazanacaklarını, günü gelince de sonuçlarından kaçabileceklerini sananların ittifakı insiyatifi ele aldı ve Türkiye’yi uzun süre yönetti.
Ve nihayet, sahnenin son perdesine gelmiş bulunuyoruz. Coğrafyamızı dağıtma faslı tamamlandı, şimdi ülkenizi de imha edin faslındayız. Emperyalistlerin sadık müttefikleri belli ki sadakatlerini sürdürecekler. İşbirlikçilikle alttan alta yol alıp bir gün emperyalistlere kafa tutabileceklerini sanan tatlı su kurnazları ise nihai faturanın taşınamaz ağırlığı altında eziliyor. Panik halinde verdikleri tepkilerden, sağa sola çırpınışlarından yaşadıkları dehşeti kestirebiliyoruz.
Sonunda belli bir süre bocaladıktan sonra bu kesimin hacimli bir oranı direnmeye karar verdi.15 Temmuz darbe girişimi öncelikle bunları bastırmaya yönelikti. Eğer başarıya ulaşsaydı hesabı kanlı biçimde kapatacağından kimse kuşku duymasın.
SAĞCILAR MÜCADELE EDEBİLİR Mİ?
Öncelikle şunu söyleyelim, emperyalizmle mücadele kimden gelirse gelsin meşrudur, kimseye neden mücadele ediyorsun diyecek halimiz yok. Bunun önünü kesmek bizim işimiz değil. Sosyalistlere, devrimcilere burada düşen direniş eğilimlerini daha da güçlendirmek için gayret sarf etmektir. Desteklemek yetmez, önderliğine soyunmaktır.
Çünkü, sağ cenahın ne tarihsel birikimi, ne ideolojik-politik formasyonu, ne de hâkim unsurlarının sınıfsal-toplumsal konumu tutarlı, sonuç alıcı bir mücadeleye imkan vermez, vermeyecektir. Sağın gövdesi emperyalist çıkarlarla sanıldığının çok ötesinde bütünleşmiştir. Tarihsel arka planı bulunan bu iç içe geçmişliğin merkezkaç eğilimleri dönüp dolaşıp elimine ettiğini, bu kapasiteye her zaman sahip bulunduğunu unutmamalıyız.
Prangalardan kurtulup mücadeleye soyunanların ise önümüze sunduğu seçenekler salt milliyetçi, salt İslamcı veya bunları eklektik biçimde sentezleyen reçetelerden öteye gitmeyecek. Mücadelenin bu eksenlere oturmasıyla birlikte emperyalistlerin işinin kolaylaşacağı apaçık. Söz konusu reçeteler Türkiye’nin çözülmesini hızlandırmaktan başka bir şeye yaramaz. Emperyalistler milliyetçi tepkileri birbirine karşı kullanmada, islamî tepkileri ise mezhep, cemaat vb. sonu gelmeyen bölünmelerle herkesin herkese karşı savaşına dönüştürmede ne denli usta olduklarını Irak, Suriye (Afganistan, Libya…) deneylerinde defalarca kanıtladılar.
Yine aynı deneyler, bu tür reçete sahiplerinin emperyalistlere direnme adına sağladıkları meşruiyeti ve prestiji, akla ziyan düzen tasarımlarını, yaşam formlarını topluma dikte etmede bir fırsata dönüştürdüklerini de ortaya koydu. Yalnızca mücadele etmediler, ülkelerini harabeye çeviren iç savaşların daimi parçası oldular ve hakimiyet kurdukları her toprak parçasında insanları öncekilere rahmet okutturacak yaşam biçimlerine mahkum ettiler.
Solun önderliği bu nedenle hayati önem taşıyor, hem emperyalizmle mücadeleyi anlamlı bir sonuca ulaştırmak için, hem de gerici, fanatik dayatmaların toplumsal zemin kazanmasına engel olmak için.
İlk bakışta hayali gelebilir söylediğimiz, hele sol cenahın çoğunlukla suskunluğa büründüğü, konuşanların ise ipe sapa gelmez tutarsız tepkiler verdiği mevcut politik ortamda sağda görülen emperyalizme muhalif yoğunlaşma aksi yönde duyguları besliyor, farkındayız. Kimi liderliği başta Erdoğan sağcılara terk etmeye razı olmuş durumda, kimileri ise Erdoğan rejimine duydukları nefretle emperyalistlerden çare bekler durumda.
Bunları kabul etmek mümkün değil. Benzeri bir kabulleniş Türkiye solunun geşmişinde yok. Bu ülkenin sosyalistleri, devrimcileri emperyalizme karşı tavrın öncü gücüydü. Kitlesel çoğunluğa ulaşamasalar bile teoriyle, pratikle öncülükle hegomonik bir etki yaratmayı bildiler. Bu bizim genlerimizde var.
Emperyalistlerin bazen iyi şeyler yaptığını anlatmakla işe başlayıp sonunda onlara nefer yazılan “solcu” yaygaracıların baskın seslerine aldanmasın kimse. Art arda yenilgilerin üstüne gelen Batı merkezli algı operasyonlarının öne çıkardığı, köpürttüğü etki ajanları bunlar. Doğru, kafa karıştırdılar, sol refleksi yavaşlattılar ama sol tabanın bilincini teslim alamadılar.
Halkın tarihsel duruşumuza, söylemlerimize en fazla duyarlı hale geldiği, sağcıların bile bizden ödünç kavramlarla, sloganlarla konuşmaya başladığı günümüzün politik iklimi topunun hakkından gelecektir. Takkelerin düştüğü kelin göründüğü zamanlardan geçiyoruz, süpürülüp atılmaları köpüğünkinden daha zahmetli olmayacak.
Solun “derin tarihi” mutlaka galebe çalacaktır. Zaten ancak bu tarihe tutunarak içine düşürüldüğümüz çukurdan çıkabilir ülkemizi de selamete kavuşturabiliriz.
Levent Yakış
SOLİTİRAZ.COM