21 Kasım 2024 Perşembe

Devrimci Yön

Fatih-Harbiye Tramvayı

Fatih-Harbiye Tramvayı
25 Şubat
11:05 2018

Türkiye sağının yaygın tezi, ülkemizde olup biten olumsuz her şeyin devlet yönetimi, siyaset, kültür vb. başlıklardaki, geçmişten bu yana süregelen sorunların kaynağının Osmanlı’nın son döneminden bu yana savunulan ve uygulanan Batılılaşma siyaseti olduğudur. Hemen söyleyelim, Hikmet Kıvılcımlı’nın Doğu gericiliği dediği saltanatın artıklarının, İslamcı-Doğucu cephenin bileşenlerinin yani, böyle bir eleştiri üretmek gibi bir hakkı olamaz; çöküşe sürüklenen bir devleti kurtarmak için Fransızları, Almanları takip etmemiz gerektiğini söyleyen münevverin suçu, despotik padişahlık sisteminin yanında önemli yekûn oluşturmaz.

Bununla birlikte, yoz ve köylü kurnazı yığınları cezbeden ve bu yüzden neredeyse yetmiş yıldır sağ iktidarların yönetimine maruz kalmamıza sebep olanbu kültürel boyutlu söylemler; maalesef hâlihazırda da etkilidir ve her geçen gün de güçleniyor. Üstatları Necip Fazıl’dan mülhem, Batılılığı içki, kumar, sekse indirgeyen siyasal İslamcı kadrolar, zaman zaman marjinal konuma itilmiş olsalar bile, merkezdeki sağ seçmeni de bir şekilde kapsayarak Cumhuriyet’in değerlerine saldırıya geçtiler ve yıkımı sürecinde de önemli merhale kaydettiler.

Dillerinde hep kalkınma, büyüme, adalet, millet, milli irade gibi sözcükler olan ve demokrasiyi, gelişmeyi köprü, baraj, yol, traktöre indirgeyen bu kafalar; insan haklarını, evrensel değerleri, eşitliği, özgürlüğü, dürüstlüğü olması gereken varsayarak hareket eden herkesi düşman ilan ettiler. Türkiye; yağmayı, sömürüyü, talanı, hırsızlığı ve yolsuzluğu bunlardan öğrendi. Ancak yine de ehli kitap, namuslu, namazında niyazında, içinde Allah korkusu olan kişiler imajını yaratıp korumayı bildiler. Vemaalesef bunların hasmı olarak gördüğü kesimler bile diyor ki bunları eleştirirken, yahu siz nasıl dindarsınız, dindar olan böyle yapar mı? Bu ciddi ve sorunlu algı, kendi bacağına sıkmaktan başka bir şey değil.

Yaşadığımız şeylerin, bize özgü olmadığını; kırk yıla yakın zamandır dünyanın hemen her yerinde, özellikle çevre tabir edilen coğrafyada, geleneksel muhafazakâr siyasi grupların neoliberalizmi içselleştirerek yeni-sağcı denilen piyasacı ve inanç satıcısı partilere evrildiğini ve bu partilerin türlü operasyonlarla yönetime getirildiklerini biliyoruz. Bunlarla mücadelenin sadece klasik sol yöntemlerle olmayacağını ise yeni öğreniyoruz. Üzücü olan budur. Asker türbana selam duracak, gibi provokatif söylemler doksanlı yılları kaplamış ve devlet refleski ile yukarıdan aşağıya engellenmişken, maalesef, yirmi yıl sonra aynı yere geri döndük. Üstelik daha da yoksullaşarak ve siyasi alandamevzi kaybederek.

İktidarların politik mücadeleyi dinsel alana çekmesi doğaldı aslında, doğal olmayan bizim bunu idrak edip karşı ve kararlı bir cephe yaratamamamızdı. Hatırlanırsa, bu, AKP’nin ilk döneminin sonundan itibaren önemli bir başlık haline geldi. 2007 kavşağında, kendini Cumhuriyetçi ve laik olarak tarif eden kitleler ile devrimci sosyalist kesimler, AKP’nin eğlenmesini sağlayacak biçimde, birbirleri ile teori yarışına girmişlerdi. Başı sonu belli, kitlesi kendinden ve ne istediğinden emin Cumhuriyetçiler, sanki ülkeyi onlar yönetiyormuş gibi, solcularca eleştiriliyordu. Suçlama, AKP’nin ekmeğine yağ sürmekti. Hep laiklik derlerse, piyasacılığı görmezden gelmiş olurlar ve solun toplumsal tabanını da daraltırlardı.

Böyle bir garabetin yaşanması ülkeye çok şey kaybettirdi. O dönem, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama gayreti içindeki sosyalistler ile Cumhuriyet kavramının evrensel içeriği olan laiklik ve kamuculuğun savunucusu kesimlerin olası bir ittifakı, İslamcı-Doğucu cepheye ciddi bir bariyer olabilirdi, olmadı. Kürt hareketinin legal ve siyasi temsilcileri de topa girmekten hep kaçtı. Bu da sürece başka bir darbeydi ve nihayetinde AKP, ayrı ayrı tüm muhaliflerini derdest etti ve bugünlerde rejimi, sistemi geri dönüşü çok zor biçimde yeniden yapılandırıyor.



Peyami Safa

İşin daha da üzücü tarafı ise, o dönem, laiklik taraftarlarını laikçi teyzeler, paranoyak ulusalcılar diye etiketleyen küçük büyük tüm sosyalist yapılar, bugünlerde laikliği birinci gündemleri haline getirdiler. Politik olarak hiç önem atfetmediği insanların taleplerini on yıl gecikmeli dile getirmek de bizim ülkemizin soluna has bir şeydir herhalde.

O tartışmaların yaşandığı süreçte, farklı konuşmaya çalışanlar elbette ki oldu;hem sosyalistlerin hem de Cumhuriyetçilerin durumu başka biçimde okuması gerektiğini söyleyenler de. Ancak siyaset, her şeyden önce güç meselesidir. Gücünüz yoksa işiniz zordur ve gücümüz yoktu.

Gülse Birsel’in 2011 yılında, gazete yazılarını derlediği bir kitabı yayınlanmış, bu vesile ile Radikal’den Berrin Karakaş, kendisi ile söyleşmişti. İlginç şeyler anlatmıştı Birsel o dönem. Bir önceki yıl Tophane’de açılan bir serginin basılıp katılımcılarının darp edilmesini hatırlatarak, Nişantaşı’ndaki huzurdan, sevgi saygı, hoşgörü ortamından bahsetmişti. İlginç dedim, ilginç olan, yazarın çok bilinçli biçimde, muhafazakâr demokrasi denilen tuhaf kavram ile Batı tarzı burjuva demokrasisi mukayesesi yapabilmesiydi. Ülkemizin varacağı, daha doğrusu hep durduğu yer, Tophane ile Nişantaşı karşılaştırmasında somutlaşan Batıcılık ile Doğuculuğun çarpışması olacaktı bu gidişle ve oldu.

Bizim itirazımız ise tam da bunaydı. Nişantaşı’ndaki veya Nişantaşı’ndaki gibi, ezilenlere temas etmeden, yaşam tarzını korumak dışında bir gayesi olmayan Cumhuriyetçiler ile evet fakir, evet mağdur, evet dışlanmış olan, Tophane’deki ve memleketin her yerindeki, ücretli çalışmaya veya işsizliğe mahkûm edilen insanların bu savaşından yeni ve olumlu bir şey çıkmayacağınaydı. Üstelik bu, Tophanelilerin ilk vukuatı da değildi. Sergi baskınından bir yıl önce, IMF toplantılarını protesto eden gençlere, yani kendilerini, bu ülkenin yoksullarını savunan gençlere saldırmışlar; neoliberalizmi tam manası ile kurumsallaştıran yeni-sağcı, faşist partiye gönüllü polislik etmişlerdi.

Maalesef ki bu durum, siyasal ve kültürel alanda, bizim kaderimiz oldu on yıllardır. Geçmişten bu yana sola mensup her birey, kesim; başlarken söyledik, ahlaksızlık, düşkünlük, eşini kıskanmamak, vatan hainliği ile suçlandı egemenlerce. Sömürü ilişkilerini derinleştiren, ülke toprağını santim santim satan, vatan emek namus kavramlarına düşman sağcılar; muhayyel bir ikilik yaratıp solun doğal tabanını kendilerine eklemlediler. Sol, hep savunmada olmak zorunda kaldı.

Küçümsenmemeli, az sayıda sağcı kültür sanat edebiyat insanı kendini sadece bununla var etti. Bir Peyami Safa örneği vardır ki neresinden baksanız şaşırırsınız. Gülse Birsel’in dile getirdiği Tophane-Nişantaşı ikileminin kültürel düzlemde yaratıcısı Safa’dır mesela ve Fatih-Harbiye’yi adeta sağın manifestosu gibi kaleme almıştır.

Eserin başkarakteri Neriman, Fatih’te oturmaktadır ve Neriman’ın bütün hayali Harbiye’dekiler gibi olabilmektir. Safa, bunu, Lozan’dan sonra öz benliğimizi yitirmemize bağlar, net biçimde. Oysaki Neriman’ın aklında sadece şu düşünceler vardır: “O Fatih meydanının önünden geçerken meydan kahvelerinde bir sürü işsiz, güçsüz, softa makulesi adamlar oturuyorlar. Biraz temizce giyindin mi insanın arkasından fena fena bakıyorlar, kim bilir neler söylemiyorlar, insan yolda bile rahat yürüyemiyor… Dün Tünel’den Galatasaray’a kadar dükkânlara baktım. Esnaf bile zevk sahibi. İnsan bir bahçede geziniyormuş gibi oluyor… Sonra halkı da başka. Dönüp bakmazlar. Yürümesini giyinmesini bilirler. Her şeyi bilirler canım.” Bugün dahi kadınlar aynı şeyden mustaripse ki mustarip, sorunun Batı’da mı Doğu’da mı olduğunu yazar gibi kesinlik bildirerek tespit etmek zordur. Yolda yürürken erkeklerin tacizci bakışlarına maruz kalmamayı istemek, yozlaşmak demek oluyor sağın en aydını çevrede bile. Gelin de çıkın işin içinden.

Sosyalistlerin bu denklemde kendilerine yer bulması olası mıdır peki? Ülkemizin zengin üst-orta sınıflarının yanında yer almak ile yoksul alt sınıflarına kayıtsız şartsız destek olmak arasında seçim yapmak zorunda değiliz. Eşini döven, yere tüküren, AKP’ye oy veren bir adamı sırf proleter diye savunmak da ABD’nin Afganistan’ı bombalamasını 2001’de Milliyet Pazar’daki köşesinde onaylayan, çünkü ABD’yi muasır medeniyetin sürdürücüsü olarak görmektedir, Fazıl Say’a yanaşmak da sosyalistlerin işi olamaz. Çok da iş yok ortada; laikliği savunanlara dudak bükmemek, yoksulları dinciliğe terk etmemek yeter de artar.

Fatih-Harbiye’den Tophane-Nişantaşı’na süren bu bölünmüşlük, Tophane’deki yoksulları doyuracak, insanlaştıracak; Nişantaşı’ndaki modernleri de ehlileştirecek, mülksüzleştirecek bir siyasi projeyle, sol müdahale ile sonlandırılabilir. Elbette ki bunu yapabilmek için güçlü partilere, sendikalara, devrimci ve demokratik kitle örgütlerine ihtiyaç var, bunun teşkili de sadece iradeyle ilgili değil. Buna mukabil, oturup beklemek de akla uygun değil.

Elli ve altmışlı yılların edebiyatçılarının yapıtlarına dönelim ara ara, dönelim ve görelim; dönemin vurguncu, soyguncu, ilkesiz Demokrat Partilileri ile azınlıkların yerlerinden edilmesinin ardından bunların mallarına el koyan savaş zengini CHP’lileri aynı anda nasıl teşhir etmiş o büyük yazarlar.

Bugünün sözüm ona solcu kalem erbabı, sabahtan akşama Orhan Pamuk’a sövmeyi bırakıp biraz da anlattıklarımıza kafa yormalı.

Alper Erdik

SOLİTİRAZ.COM

 

Facebook'ta Sol İtiraz