26 Aralık 2024 Perşembe

Devrimci Yön

Karadeniz’de Pandora’nın kutusu mu açılıyor?

Karadeniz’de Pandora’nın kutusu mu açılıyor?
01 Aralık
00:00 2018

2014’ten bu yana gergin bir görünüm arz eden ve Suriye krizinin gölgesinde kaldığı için üzerinde pek durulmayan Ukrayna’daki kriz, Ukrayna ve Rusya donanmaları arasında Kerç boğazında yaşanan askeri tırmanmanın ardından bir kez daha gündeme geldi. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı sonrası Azak denizinin Karadeniz’e bağlandığı Kerç boğazını tamamen kontrolüne almış olması ve doğu/kuzeydoğu Ukrayna’daki (Donbass havzası) Rusya yanlısı ayrılıkçılara destek veriyor olması, Moskova’nın Azak denizini kendisi adına bir “iç deniz” haline getirme yönünde uzun vadeli bir hedefi olduğuna işaret eden gelişmeler.

Nitekim Rusya kısa bir süre önce Kerç boğazının her iki yakasını birbirine bağlayan bir köprü inşa etti ve böylece boğazın kontrolünün tamamıyla kendisinde olduğunu kanıtlamak istiyor. Aynı zamanda de facto anlamda kontrol ettiği ve BM tarafından halen Ukrayna toprağı olarak görülen Kırım yarımadasının bir daha asla Kiev’in kontrolüne geçmesine izin vermeyeceğini de göstermeyi amaçlıyor. Donetsk ve Luhansk’taki Rusya yanlısı “ayrılıkçı” girişimlere ilişkin “Novorossiya” (Yeni Rusya) adını taşıyan uzun vadeli bir ilhak girişimi olduğu da sır olmayan Moskova’nın, Ukrayna’yı Kiev’in batısından ibaret bir siyasal varlık haline getirmeye niyeti olduğu da anlaşılabiliyor.

Ukrayna, doğu-batı fay hattının tam ortasında

Ukrayna’da yaşanan gelişmeler, bu ülkenin bölgesel ve sistemsel manada büyük bir çatışmanıny tam ortasında kalmış olmasıyla ilgili. Üstelik bu çatışma, Ukrayna toplumunun kimlik kodlarıyla da bütünleşerek, halkları birbirleriyle silahlı çatışmaya itecek seviyedeki gerginliğe ekleniyor. Rusya lideri Putin’in, SSCB’nin çöküşünü büyük bir “jeopolitik felaket” olarak gördüğü ve elinde olsa bu çöküşü engelleyeceğini ifade ettiği biliniyor. Bu bağlamda, böyle bir jeopolitik ön kabulden hareket eden ve uluslararası politikanın “çok kutupluluk” çerçevesinde yeniden şekillenmesini isteyen Moskova’nın, Batı’yı siyasal, askeri veya sosyokültürel manada kendi yakın çevresinde görmek istemediği bir sır değil. Arka bahçesi olarak gördüğü ya da “güvenlik alanı” olarak değerlendirerek kendi bölgesel/sistemsel çıkarlarına entegre olması gerektiğini düşündüğü eski Sovyet coğrafyasına özel bir önem atfeden Rusya, bu bölgede kendi hegemonyasını ikili ya da kurumsal çabalar bağlamında inşa etmeyi planlıyor. Hatta Avrasya Ekonomik Birliği ve bu örgütün “askeri” bağlamdaki izdüşümü olması düşünülen Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) gibi kurumsal çabalar da bu amaçla ortaya konmuştu. Karadeniz havzasının da bir parçasını oluşturduğu büyük Avrasya anakarasında hegemonya oluşturarak, “çok kutupluluk” çerçevesinde yeniden inşa olacak uluslararası sistem özelinde etkin bir “küresel” güç olabilmeyi hedef olarak koyan Rusya, bu eksende Ukrayna’ya da büyük bir önem atfediyor.

Ukrayna her şeyden önce Rus ulusal kimliğinin oluşmasında kurucu bir rolü olan Kiev Knezliği özelinde Rusya tarihinin bir parçasıdır. Ayrıca Rusya’yı güneyden çevreleyen büyük bir ülke olarak, bu ülkenin “güvenlik kuşağı” içinde yer alıyor. Tarih boyunca ve sosyokültürel bağlamda Rusların en yakın akrabası olan Ukrayn halkına ev sahipliği yapan bu ülke, Rusya’nın Karadeniz’deki en büyük donanma üssüne (Sivastopol) ev sahipliği yapıyor. Zaten bu nedenle, 2014’teki Yevromaydan olayları sonucunda Ukrayna’da Batı yanlısı bir yönetim oluşunca, Rusya’nın ilk yaptığı iş, Rus kökenlilerin çoğunluğu oluşturduğu Kırım’ı ilhak etmek olmuştu.

2014 sonrası Ukrayna’nın Batı yanlısı ve Rusya yanlısı olarak bölünmüş olmasının ve Donetsk ile Luhansk özelinde ayrılıkçı bir hareketliliğin bulunmasının temel nedeni ise bu ülkenin demografik ve sosyokültürel yapısıyla yakından alakalı. Ukrayna büyük bir toprak parçasını ifade etmesine ve nispeten kalabalık bir nüfusa sahip olmasına karşın, SSCB’nin çöküşünün ardından, bu ülkede “ulusal kimlik” oluşumunun ciddi anlamda arızalarla karşılaştığı biliniyor. Bunun temel nedeni, Kiev ve Batı Ukrayna’da yaşayan nüfusun ağırlıklı olarak Ukrayn ulusçuluğuna yaslanan, Rusya’ya değil AB üyeliğine odaklanmış bir kitlenin ve Ortodoks Hıristiyan nüfusun yanı sıra (Macar, Polonyalı ve Slovak) Katolik Hıristiyan azınlıkların da yaşadığı bir bölge olması. Zaten hem 2004 sonlarında yaşanan Turuncu Devrim hem de 2014’teki Yevromaydan olaylarında meydanlara çıkarak Rusya yanlısı yönetime karşı gelenlerin çoğunluğunu bu kesimlerin temsilcileri oluşturmuştu. Endüstriyel anlamda daha gelişkin, demir ve kömür havzalarına sahip ve Rus kökenli ya da kendisini Rusça üzerinden ifade ederek Rusya’ya entegre bir dış politika çizgisinin izlenmesini savunan kesim ise ağırlıklı olarak Donbass havzası ile Kırım’da yaşıyor. Zaten ülkedeki siyasal bölünmüşlüğün de Kiev’in doğusu ile batısı arasında olduğu rahatlıkla görülebiliyor.

Ukrayna’da bugün yaşanan “düşük yoğunluklu iç savaşın” ve Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesi sürecinin, Kiev’in AB ile ortaklık antlaşması imzalamaktan vazgeçerek Avrasya Ekonomik Birliği seçeneğine yönelmesinin ardından, Rusya karşıtı çevrelerin sokaklara dökülerek Rusya yanlısı Yanukovic yönetimini devirmesiyle başladığı unutulmamalı. Yani ülke AB ile Avrasya Ekonomik Birliği ya da Batı ile Rusya seçenekleri arasında kalmıştı. Üstelik geçen zaman içinde bu hususta ileri bir adım da atılamamış, başlatılmaya çalışılan Minsk süreciyle gevşek bir “federasyon” oluşturularak farklı kimlikler, çıkarlar ve dış politika algıları bir araya getirilmeye çalışılmak istenmiş, ancak sonuç alınamamıştı. Bu nedenle, Kırım’ın ilhakı ve Donbass’taki ayrılıkçılık konularında herhangi bir çözüm ışığı da görülebilmiş değil. AB’nin Ukrayna konusunda yaşadığı kafa karışıklığından, ABD/NATO’nun da coğrafi ve askeri anlamda yaşadığı dezavantajdan yararlanan Rusya ise var olan durumu kendisi için avantajlı kılabilmek ve mevcut durumu “geri dönülemez” bir hale büründürebilmek için adımlar atıyor. Kerç boğazı üzerine inşa edilen köprüyle Kırım’ı Rusya’ya bağlamak, bu ilhakın geri döndürülemez olduğunu gösterebilmek adına önemli bir girişim. Moskova ayrıca Sivastopol’deki donanma üssünü büyütüyor; buraya nükleer özellikler taşıyan denizaltılar ve son teknoloji ürünü savaş gemileri yolluyor ve gerçekleştirilen idari bölümlenmelerle Kırım’ı merkeze etkin bir biçimde bağlıyor.

Kırım’ın yanı sıra, Novorossisk’te de donanma yatırımlarını sürdüren Rusya, Karadeniz filosunu büyük bir askeri etkinliğe kavuşturuyor. Kırım’ın ilhakı ve kendisine entegre bir görünüm sergileyen Donbass’taki de facto bağımsız yapılar özelinde Azak denizini kontrolü altına alan Rusya, Mariupol ve Berdyansk gibi halen Ukrayna’ya bağlı olan ve Azak’a kıyısı olan liman şehirlerini de baskı altında tutarak Azak’ı bir “iç deniz” olarak gördüğünü Kiev’e göstermeye çalışıyor. Nitekim mevcut kriz de Ukrayna’nın bu baskıyı kırmaya yönelik bir “donanma refleksi” göstermesi ve Rusya’nın Kerç boğazını kapatarak, Mariupol limanını ablukaya alarak ve Ukrayna’ya ait hücumbotlara müdahale ederek ele geçirmesiyle büyüdü. Krizin devamında Ukrayna lideri Petro Poroşenko’nun öncülüğünde Kiev’in “seferberlik” ilan ettiğini, Donetsk ve Luhansk sınırındaki askeri hareketliliğin arttığını, Rusya’nın Rostov’daki yığınağında teyakkuz durumuna geçildiğini ve Ukrayna ordusunun da batıdan doğuya doğru aktarılarak rezervlerin etkin bir hale geçirildiğini görüyoruz. Pek tabii ki bu durumun topyekun bir savaş haline bürünmesi “kısa süre” zarfında beklenebilecek bir durum değil. Zira daha önce de ifade ettiğimiz üzere, bu ülkedeki kriz yalnızca Rusya ile Ukrayna’yı ilgilendiren bölgesel bir mesele değil. Ukrayna uluslararası sisteme içkin büyük bir sistemsel fay hattının tam üzerinde yer alıyor. Bu fayın “Batı”sı bu büyük ülkeyi ne yönden kendisine entegre edebileceğini henüz tespit edememişken, “Doğu”su da bu denli kritik öneme sahip bir hususta “tek taraflı” bir eylemlilik gösteremeyeceğinin ayırdında.

Washington’un tavrı, kafası karışık AB’ye verilen bir mesaj

AB ile ABD’nin Trump döneminde ayyuka çıkan anlaşmazlıkları ve özellikle Rusya’ya yönelik nasıl bir strateji izlenmesi gerektiğine ilişkin kafa karışıklıkları, NATO ve “AB ordusu” hakkında yaşanan tartışmalarla büyürken, Washington’un Ukrayna’daki süreçle ilgili fazla konuşmaması, esasen Brüksel’e verilen bir mesaj. ABD ortak ordu kurmaktan bahseden Fransız ve Alman liderlerini, Ukrayna’daki krizle yoklayarak adeta “buyurun; sorununuzu bensiz ve NATO’suz çözün” restini çekiyor. Zira Washington, 1990’larda eski Yugoslav coğrafyasında yaşanan iç savaşlarda Avrupalı müttefiklerinin ne denli yetersiz olduğunu görmüştü. Bu bağlamda, NATO’nun da Ukrayna’da yaşanan son gerginlikte “renksiz ve kokusuz” diyebileceğimiz bir duruş sergilediğini görüyoruz. Aslında bu tavır da belli oranda AB’ye verilen bir mesaj niteliğindedir.

Azak çevresinde yaşanan gerginliğin mevcut konjonktürde belirmiş olmasının temel nedenlerinden biri de Mart ayında gerçekleştirilecek Ukrayna cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce, Rusya’nın, “katıksız AB ve NATO yanlısı” Petro Poroşenko’yu küçük düşürerek zayıflatmak istemesi. Moskova, birkaç aydır Kiev Ortodoks Kilisesi’nin bağımsızlığı hakkında yürütülen Moskova karşıtı girişimlere de bir cevap vermek amacını güdüyor. Zira İstanbul’daki Fener Kilisesi’nin de bir parçası olduğu ve sonuç itibarıyla Kiev’deki Ortodoks Kilisesi’nin bağımsızlığı yönünde alınan bir kararla Rusya’nın Ukrayna’daki “din odaklı nüfuzuna” zarar veren bir hareketle karşı karşıya kalan Moskova, asırlardır Moskova Kilisesi’nin idari yetkisi altında bulunan Kiev’in bu durumdan uzaklaştırılmaya çalışılmasını kendi çıkarlarına aykırı olarak görüyor. Aslında Rusya bu hareketi, Batı’nın (özellikle de ABD’nin) Ukrayna özelinde Ortodoks dünyasına müdahale ederek kendi bölgesel/siyasal etkinliğini sınırlama ya da azaltma çabası olarak okuyor.

Kiev’in Kerç boğazındaki ablukayı kırmaya yönelik bir askeri hareketlilik içerisine girmesinin önemli nedenlerinden biri de Rusya ile Türkiye arasında ciddi bir yakınlaşma doğuran ve kendisinin “enerji terminali” olma rolüne büyük bir darbe vuracak olan TürkAkım projesinden duyduğu rahatsızlık olarak değerlendirilebilir. Rusya’nın AB pazarına gaz sevkiyatı için kuzeyde Kuzey Akım-2, güneyde ise TürkAkım projelerini gerçekleştiriyor olması, Ukrayna’dan geçen eski boru hatlarının önemini ciddi manada azaltacak ve Moskova’nın Kiev’e olan bağımlılığını azaltacaktır. ABD’nin Almanya’ya yönelik Kuzey Akım-2 eleştirisiyle, Berlin’in Moskova ile olan enerji işbirliğinden duyduğu rahatsızlığı Trump’ın ağzından açıkça ortaya koyduğu da düşünüldüğünde, TürkAkım odaklı rahatsızlık ve bunun Kiev üzerinden açığa vurulması da anlaşılabilir hale geliyor.

Krize ilişkin söylenmesi gereken bir diğer husus ise ABD’nin İran’a karşı ambargo uygulamasını yeniden yürürlüğe koyduğu bu dönemde, Washington’un petrol fiyatlarının yükselmesini engellemek için giriştiği eylemlerden ve OPEC’i baskılamaya yönelik girişimlerinden rahatsız olan Rusya’nın, dünya petrol fiyatlarının yükselmesine neden olabilecek bir hamlede bulunarak Washington’un işini zorlaştırmak istemesi. Nitekim, yaşanacak her türlü siyasal gerginliğin, enerji fiyatlarının yükselmesine neden olarak, müttefiklerinin Washington’un üzerindeki baskısını artıracağı biliniyor.

Kırım’ın ilhakına karşı çıkan ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne koşulsuz destek veren Türkiye’nin, bu krizde dikkat edeceği en temel husus, Montrö sözleşmesinin sağladığı göreceli istikrar ve barış ikliminin bozulmasına yönelik girişimlere karşı uyanık kalınması olacaktır. Nitekim Rusya’nın Montrö sözleşmesinin devamından yana olduğu biliniyor. Zira bu sözleşme sayesinde, ABD başta olmak üzere NATO’nun ve diğer küresel/bölgesel aktörlerin büyük savaş gemileri, denizaltıları ve hatta uçak gemilerinin Karadeniz’e girmesi engelleniyor. Bu sözleşme Rusya’yı Karadeniz’de çok güçlü bir pozisyonda tutuyor ve daha önce Gürcistan’da, şimdi ise Ukrayna’da görüldüğü üzere, bölge ülkeleri üzerindeki etkinliğini korumasına yardımcı oluyor. Ne var ki Montrö’nün değiştirilmesi halinde, Türk boğazlarının ve Karadeniz’in görülmemiş bir askeri hareketliliğe ve gerginliğe sahne olacağı da görülebiliyor. Bu bağlamda Türkiye’nin, Montrö ekseninde gelecek değişiklik taleplerine karşı güçlü duracağı tahmin edilebilir. Ayrıca Türkiye’nin en önemli gelecek yatırımlarından biri olarak ifade edilen Kanal İstanbul projesi bağlamında da, Montrö sözleşmesinin çizdiği rejimi değiştirmeyecek ve Karadeniz’de istikrarı koruyacak bir hukuki altyapı çerçevesinde bir “geçiş rejimi” tasarladığı da öngörülebilir. Başta ABD olmak üzere NATO üyelerinin ve diğer küresel/bölgesel aktörlerin, Kanal İstanbul girişimini Montrö’yü etkisizleştirmek için kullanmak isteyebilecekleri dikkatlerden kaçmayacaktır. Boğazlar sayesinde Karadeniz’in anahtarının Türkiye’nin elinde olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin Karadeniz’de “dengenin dengeleyicisi” bir konumda bulunduğu unutulmamalıdır.

Ukrayna ile Rusya arasındaki askeri tırmanma, Suriye’deki krizin yanı sıra Kuzey Karadeniz/Azak denizindeki krizin de çok kritik bir eşikte olduğunu kanıtlıyor. Avrasya’daki en önemli fay hattı olarak görülebilecek Ukrayna’nın parçalanması yönünde atılan adımlar, Karadeniz’deki gerginliği artırdığı gibi, Rusya ile Batı (ABD) arasındaki anlaşmazlığı da geri döndürülmesi güç bir iklime sürükleyebilir. Ukrayna’daki gerginliğin topyekun bir savaşa dönüşmemesi için, hem Kiev hem Moskova hem de Washington ve Brüksel elinden geleni yapacaktır. Nitekim böyle bir savaşın net bir kazananı olmayacağı için, taraflar asgari müştereklerde buluşmak mecburiyetindedir. Görüldüğü kadarıyla bu asgari müşterek de Ukrayna’nın “tarafsızlığı” ve belli oranda “federal” bir görünüme kavuşturulmasından geçmektedir. Yani Minsk Süreci’nin işletilmesi sorunları ciddi manada azaltabilecektir. 

Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu'nun kafkassam.com'daki yazısının tümünü okumak için tıklayınız...

SOLİTİRAZ.COM

Facebook'ta Sol İtiraz