23 Kasım 2024 Cumartesi

Devrimci Yön

Naomi Klein, “Şok Doktrini” ve Felaket Kapitalizmi / Ahmet Yıldız

Naomi Klein, “Şok Doktrini” ve Felaket Kapitalizmi / Ahmet Yıldız
03 Kasım
17:00 2017

 

1950’lerin ortalarında birkaç CIA görevlisi, insan zihnini silip yeniden oluşturmak için manyakça araştırmalar yapan Dr. Ewen Cameron adlı bir psikiyatrın adeta bir işkence laboratuvarı olan araştırma enstitüsünün kapısını çalıyordu.

CIA’nin böyle bir yerden yararlanma isteği “işkence”ya da CIA diliyle “zorlayıcı sorgulama!” konusunda bir yöntem geliştirmek, tutsakları, iradeleri dışında itirafta bulundurmak amacıyla derin bir dezoryantasyona ve şok durumuna sokmak amacıyla tasarlanmış bir dizi tekniğe sahip olmaktı.

(1990’ların sonlarında gizliliği kalkan CIA işkence kılavuzundaki ayrıntılarda bu “ziyaret”in anlamı daha iyi anlaşılmaktadır. Direniş kaynaklarını çözmenin yolunun tutsaklar ile onların etraflarındaki dünyayı anlama yetenekleri arasında şiddetli kopuşlar gerçekleştirmek olduğu CIA işkence elkitabında görülmektedir.)

CIA operatörlerinin elkitabına giren yöntemin babası Dr. Cameron’a göre “zaman” ve “mekan” algımızı sürdürmemize yarayan iki önemli faktör vardır:

1- Devamlı duyusal algımız.

2- Hafızamız!

Dr. Cameron, önce“elektroşok”larla hafızayı yok ediyor “izolasyon klübeleriyle” de duyusal algılamayı ortadan kaldırıyordu. (Dr. Cameron’un kapısını çalan CIA psikiyatrı John Gittinger, yıllar sonra, 1988’de Senato oturumunda tanıklık yapmaya zorlandığında Cameron’a verdiği desteğin “aptalca bir hata!.. korkunç bir hata!” olduğunu söylemişti.)

Ancak bu aptalca özür, on yıllar boyunca neoliberalizmin hedefine oturtulmuş devletlerin devrimcilerinin yaşadığı işkencelerin tarihini insanlığın mücadele tarihinden silmeye yetmedi.

Çünkü CIA, bu yöntemi öğretmeye başladı; kendisine bağlı diktatörlükler veya yasal görünümlü hükümetlerin militarist güçlerini ABD’ye “eğitim” için davet etmeye başlamıştı.

Honduras’ın işkencesiyle ünlü müfrezesi M-16’nın “sorgucu”larından biri, Times‘e, kendilerinin Teksas’a götürüldüğünü, burada, tutsaklara korku salarak zayıflıklarını incelemek için psikolojik yöntemler öğretildiğini anlatıyordu.

Yöntem: “Sürekli ayakta tut!”“Uyumasına izin verme!”“Çıplak bırak!”, “Dış dünyayla temasını kes!”“Hücresine fareler ve hamamböcekleri bırak!”,  “Kötü yiyecekleri koy!”“Ölü hayvanları ver!”,  “Üstlerine soğuk su dök!”“Bulunduğu yerin ısı derecesini değiştir!” ve “elektroşok!” uygula.

CIA’nın, “KUBARK-Karşı İstihbarat Sorgulaması” adlı elkitabı Dr. Ewen Cameron’un deneylerinin tüm izlerini taşıyordu. 

“MKUltra”nın gerçek amacı yalnızca beyin yıkama aracı değil direniş odaklarından bilgi alma, yani işkenceydi.

KUBARK yöntemi, nerede olursa olsun  kesin olarak aynı yöntemi uyguluyordu: “Tamamen şok yaratmak”, “şoku yoğunlaştırmak” ve “şoku devam ettirmek” üzere oluşturulmuştu. El kitabı talimatlarına göre zanlılar en sinir bozucu saatte geceyarısı ya da sabaha karşı gözleri bağlanarak çırılçıplak soyulur ya da dövülürler. Ve sonra duyusal algılama yoksunluğuna tabi tutulurlardı.

1970’li ve 80’li yıllarda Orta Amerika’da yapılan işkencelerden sağ çıkanların tanıklıkları, hücreler arasında mekik dokuyup sorular soran ve talimatlar veren “İngilizce konuşan gizemli adamlar”la ilgili anlatımlar çoktur. “İngilizce konuşan adamlar!” efsanesi 12 Eylül işkencelerinden geçmiş hemen hemen her bireyin anlatımlarından biridir.

İlkin duygular, başına torba geçirilerek ya da gözleri bağlanılarak, kulakları tıkanarak, kelepçe vurarak, dış dünyadan tamamen izole ederek herhangi bir “algı”dan yoksun bırakılır, sonra beden şiddetli bir uyarım bombardımanına tabi tutulur: Hızla yanıp sönen ışıklar, yüksek sesli müzik, dayak atma, elektrik şoku vs.

Bu “yumuşatma amacı!”ın amacı, beyinde bir tür kasırga yaratmaktır. Böylelikle tutsaklar gerileyecek ve artık mantıksal olarak düşünemez ya da kendi çıkarlarını koruyamaz hale geldikleri korkusuna kapılacaklardır.

İşte bu şok durumunda, dünyanın her yerinde, hangi ulustan olursa olsun tutsakların çoğu sorgulama yapanlara istedikleri şeyleri vermektedirler.

*

12 Eylül 1980’de yaşadığımız siyasi ve ekonomik “şok!” aslında son 35 yılda bizim gibi ülkelerde uygulanmış bir programın devamı, Chicago Üniversitesi ekonomi profesörlerinden Prof. Milton Friedman’ın “Şikago Okulu”adıyla anılan neo-liberal politikaların sonucudur.

Friedman’ın “şok doktrini”yukarıdaki süreci tam olarak taklit ederek, işkencecinin bir kişi üzerinde yarattığı etkileri kitlesel ölçüde yapmaya/yaratmaya çalışmaktadır! (Friedman’ın öğrencilerinden Donald Rumsfeld, Richard Perle gibi neokonlar, “11 Eylül” saldırılarından önce ancak hayal edebilecekleri şeyleri Afganistan, Irak ve tüm dünyada gerçekleştirmeyi böyle başardılar.)

Şok doktrini”ne inananlar, tutsak aldıkları / almak istedikleri bireylerin ve toplumların kafalarında yaratmayı arzu ettikleri geniş ve boş tuvalleri ancak “büyük bir kopuş”un (darbeler, savaşlar, depremler, seller, tsunamiler vs.) yaratabileceğine inanmaktadırlar.

Ellerinde bu tehlikeli işlere hevesli “sanatçılar” (darbeciler, satın alınmış politikacılar!) psikolojik açıdan dağıldığımız ve fiziksel olarak köklerimizden koptuğumuz bu yeniden şekillendirilebilir anlarda dünyaya yeni bir kalıp biçme işine koyulurlar. Bunun için insanların ve toplumların önce zihinlerinin boşaltılması gerekir!

İşte, Dr. Cameron’ın “psikiyatr kliniği” gibi Şikago Üniversitesi’nin “işkence bölümü” -pardon!- ekonomi bölümü de mesleğinde devrim yapmayı görev edinmiş hırslı bir adamın Milton Friedman’ın emri altındaydı.

Dr. Cameron’un insan belleğini temiz levha haline geri döndürme rüyasını gördüğü yerde, Friedman, toplumları modelsizleştirerek onları her türlü müdahaleden (hükümet müdahaleleri, ticaret engelleri, ulusal çıkarlardan) arınmış bir “Saf kapitalizm!” durumuna dönüştürmenin rüyasını görüyordu.

 

“CHİCAGO OKULU”: KAPİTALİZMİN EN TEHLİKELİ OKULU!

Şikago Okulu’nun ileri sürdüğü görüşler, dünyada kapitalizmin, gelmiş geçmiş en tehlikeli ekonomi teorilerinden biridir. Sözkonusu sistemin asıl karakteristiği, kamuya ait zenginliklerin özel mülkiyet/dünyanın belli başlı tekellerine peşkeş çekilmesi amacıyla yapılan büyük çaplı transferlerdir. Buna, sıklıkla patlamaya hazır dış borçlar, işsiz kalıp terkedilmiş, kullanılıp bir kenara atılmış yoksullar ve göz kamaştırıcı zenginlikler arasında hızla büyüyen uçurumu ekleyebiliriz.

Devlet olacaksa, vergiler düşük olmalı, zengin ve yoksul aynı oranda vergilendirmeliydi. Şirketler ürünlerini dünyanın her tarafına satmakta özgür olmalılardı ve hükümetler ulusal sanayileri ve ulusal mülkiyeti koruma çabasına girmemeliydi. Emeğin fiyatı dahil bütün fiyatlar piyasalarca belirlenmeliydi. Asgari ücretin olmaması gerekirdi. İletişim ve enerji alanını devlet hemen boşaltmalı, sağlık hizmetlerini sunmak, emekli aylığı ödemek, hatta ulusal parklar yapmaktan bile vazgeçmeliydi.

Neoliberal saldırıya hedef alınmış ülkelerin hükümetleri ise “saldırgan bir gözetim”, “kitlesel tutuklamalar”, “özgürlükleri daraltma”, “sıklıkla işkence uygulaması” yapan hükümetlere dönüştürülmektedir.

Friedman’a dek özellikle üçüncü dünya ülkelerinin yöneticileri, örneğin Arjantin’in Juan Peron’u, İran’ın Musaddık’ı, Mısır’ın Nasır’ı gibi politikacılar, yalnızca yer altı madenlerini yurt dışına ham olarak ihraç edip yan gelip yatmayı değil, otoyollar yapmayı, planlı bir endüstrileşme politikası gütmeyi, demir-çelik fabrikaları gibi sanayi altyapıları kurmayı, otomobil, çamaşır fabrikası imal edebilecek ulusal şirketlere cömertçe teşvikler sunmayı tercih ediyor ve korkunç derecede yüksek taifeli yabancı ithal mallarından uzak duruyorlardı.

1950’lerde Arjantin, kıta üzerindeki en büyük orta sınıfa sahipti ve yakın komşusu Uruguay’da okuma yazma oranı % 95’ti. Uruguay bütün vatandaşlarına ücretsiz sağlık hizmeti veriyordu. Kalkınmacı politika izleyen her ulusal lider tıpkı marksistler gibi kapsamlı ve radikal bir ulusal ekonomi politikası izliyorlardı.

Birinci ve üçüncü dünya ülkeleri arasındaki açığın kapanabileceğine ilişkin bu güçlü uygulamalar Şikago Üniversitesi İktisat Bölümü’nü kara kara düşündürüyordu.

Savaş sonrası oluşan Keynesçi uygulamalar, büyük şirketlerin oluşturduğu kesime çok pahalıya mal oluyordu. İşçi ücretleri ve yüksek vergilerle kazançlarını yeniden dağıtmaya zorlanıyorlardı. Şikago Okulu’na göre üçüncü dünya milliyetçiliği “totalitaryan komünizm” yolunda ilerlemeye doğru ilk adımdı ve henüz tomurcuk halindeyken koparılıp atılması gerekirdi! Ulusal ekonomiye önem veren, daha adil toplumlar yaratmak için kolektif zenginliği bir havuzda toplamaya çalışan bu Keynesçi çabalar,  -Friedman’ın kendi deyimiyle- “Kapitalizmin saf halini lekeleyen!” bu ekonomik politikalar berhava edilmeliydi.

“ŞOK”

35 yıl boyunca 1970-2006 yılları arasında adeta dünyanın tozunu atan Friedman 16 Kasım 2006’da doksan dört yaşında öldü. Müritleri arasında bir kaç ABD Başkanı, İngiltere başbakanları, Rus Oligarkları, Polonyalı sendikacı ve maliye bakanları, üçüncü dünya ülkeleri diktatörlerinin tümü, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün tüm yöneticileri vardı.

Friedman’ın akıl hocası Friedrich Hayek, sosyalizme karşı serbest piyasa düzeninin ilk teorisyeniydi ve bu “başarı!”sı ona 1974 yılında Nobel Ekonomi Ödülü kazandırmıştı. (Nobel’i verirken kimleri seçtiklerini burada daha iyi anlayabiliriz! 1976 yılında da Milton Friedman Nobel Ekonomi Ödülü almıştı!)

Naomi Klein’in Şok Doktrini adlı kitabı, bir anlamda  deregüle edilmiş kapitalizmin zaferinin özgürlükten doğduğu, zincirlerinden boşanmış serbest piyasanın demokrasiyi koruduğu şeklindeki temel ve resmi “hikaye”ye karşı bir meydan okumadır. Kapitalizmin bu fundemantalist biçimi, vahşi zorlamalara ebelik yaptı; bu ekonomik şiddet sayısız bireylerin bedenleri üzerinde olduğu gibi kolektif beden olan toplumlar üzerinde de uygulandı.

“Serbest piyasa”nın tarihi şoklarla yazılmıştır! Ülke içindeki temel kurumları ve zenginlikleri özelleştirmek için “görüntüyü kurtarmak!” adına bile olsa kamuoyu rızası aramaya gerek duymayan bu anlayış, yalnızca hedefe ulaşmak için şiddet düzeyinin giderek artmasına ve hep daha büyük felaketlere gerek duymaktadır.

Friedman, neoliberalizmin gözüne kestirdiği hedef ülkelerde ancak bir “kriz”in değişim yaratabileceğine inanıyordu. Bu krizin “gerçek”ı önemli değildi, “algılanabilir” olması da yetiyordu. New York Times‘deki köşesinde Friedman, “Pazarın gizli eli, gizli bir yumruk olmadan işleyemez. McDonald’s, McDonell Douglas olmadan varlığını sürdüremez!” yazıyordu.

Friedman ve onun güçlü takipçileri dört gözle büyük bir kriz yaşanmasını, ardından vatandaşlar hala şokun etkisi altındayken devlete ait kamu varlıklarının oyuncularca adeta parçalanarak hızla satılmasını, reformların çabucak kalıcı hale gelmesini bekliyorlardı.

Öyle ki bazı insanların büyük felaketlere su ve yiyecek stoku yaparak hazırlanması gibi Friedmancılar da serbest piyasa stoku yapıyorlardı!

Dünyanın herhangi bir yerinde ya bir ekonomik kriz, ya sel felaketi, deprem vs. olur olmaz Şikago Üniversitesi’nin bu acımasız profesörleri krizin etkilerine maruz kalan toplumun tekrar “statüko!”egemenliğine girmeden ve ulusal kalkınma bilinci uyanmadan, hızla hareket edip geriye dönüşü olmayan değişiklikleri hayata geçirtiyorlardı.

Friedman, “İstediğimiz değişiklikleri gerçekleştirebilmek için yeni yönetimin ancak altı-dokuz ayı vardır, eğer bu dönemde fırsatları değerlendiremezse başka hiç değerlendiremez!”diyordu. Bu sözler, Makyavelli’nin “Açık yaranın bir anda dağlanması gerekir”yolundaki tavsiyesini  anımsatıyordu.

Milton Friedman, büyük çaplı şok krizler ya da şoklardan nasıl faydalanacağını ilk defa 1970’lerin ortalarında Şili diktatörü General Augusto Pinochet’nin danışmanlığını yaptığı sırada öğrenmişti.

Darbe’nin şoku altındaki Şili’de, Friedman’ın Pinochet’ye tavsiyesi, ekonomide vergi indirimi, serbest ticaret, özelleştirmeler, kamu kurum ve kuruluşlarının ve hizmetlerin özelleştirilmesi, sosyal harcamalarda kesintiler, devlet okullarının özel sektöre devredilmesi, toplu özelleştirmeler, eksiksiz serbest ticaret, bütün vergi dilimlerinde % 15’lik artış ve devletin “dramatik bir biçim”de küçültülmesi yönündeydi.

Ama bütün bunların “hızla!”“aniden!”ve “ard arda!”yapılması gerekiyordu. Bu sancılı taktiğin ismini şöyle açıklıyordu: “Şok tedavisi!”

Dünyadaki bütün serbest piyasa programları -dikat edilirse- ekonominin bir deyimiyle değil nörolojinin ve psikiyatrinin deyimlerinden olan “Şok tedavisi” öntemiyle uygulandı!

 

EMPERYALİZMİN SİYASİ ÇARKLARI

Daha çok  ekonomik işleyiş yasalarını iyi bildiğimiz emperyalizm olgusunun siyasi olarak işleyişi ve  bir örümcek ağı gibi oluşturmuş olduğu şeytani ilişkileri ne yazık ki uzun mücadele yıllarında solun ilgisini gereği kadar çekmedi. Türk ve Dünya solunun –“reel” sosyalist ülkeler dahil– “dramı” ve çoğu kez trajedisi, büyük oranda, bir hareketin gerçek anlamda anti-emperyalist olup olmadığının nirengi noktası sayılacak önemdeki bu eksiklikten kaynaklanmaktadır.

Emperyalizmin karanlık siyasi çalışmalarını ve yöntemlerini dünya kamuoyuna açıklayan kaynaklar ne yazık ki çok azdır. Emperyalizmin ulusal eknomilerini korumaya çalışarak kalkınmaya ve -Lenin’in deyimiyle- “uluslaşmaya çalışan” (Emperyalist Ekonomizm, s. 38) ülkelere karşı sürdürdüğü bu gizli/ahlaksız saldırıların en karanlık aygıtı CIA’nın Latin Amerika’da 13 yıl “operasyonel” yöneticiliğini yapmış Philip Agee’nin, 1975’lerde yayınladığı CIA Günlüğü adlı ünlü kitap, -sol örgütlerin içine sızma dahil- bu yöntemleri “içten” bize aktaran önemli ve zengin bir kaynaktır. (Güvenlik içinde ancak Küba’da 35 yıl yaşayabilen Agee’yi burada anmak isterim.)

Burada özetlemeye ve tanıtmaya çalıştığımız, Kanadalı gazeteci Naomi Klein’in Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi (Agora Kitaplığı, Mayıs 2010. Çev. Selim Özgül) adlı kitabı, 2. Dünya Savaşı Sonrası “Kalkınmacılık” politikalarını yerle bir eden ve özellikle üçüncü dünya ülkeleri ulusal ekonomilerini vahşice yağmalayan “neo-liberal” politik çetenin merkezinin kalbine inerek “neoliberalizm-darbeler” ekseninde emperyalizmin yöntemleri hakkında yaşamsal bilgiler veriyor.

*

Sol bugün, yalnızca emperyalizmin, tekellerin bitmeyen arzularına göre hareket eden kapitalist ekonominin iç dinamikleri ve kuralları ile değil, gladyo örgütlenmesi, faşizm ve her türlü ahlaksızlığı içinde barındıran yasal/yasa dışı örgütlenmeyle kurduğu devasa bir kültürel/siyasi ilişkiler yumağından beslenip hareket ettiğini mutlaka dikkate almak zorundadır.

Lenin, Emperyalizm adlı kitabında emperyalizmin ekonomik yasalarını hücrelerine ayırmış, bugünün kuşakları da emperyalizmin hep ekonomik işleyiş yanını başat güç olarak algılayıp buna göre politikalar geliştirmiştir.

Oysa Lenin, Kievsky (Piyatakov) ile yaptığı polemik üzerine kaleme aldığı ve Türkçe’de Emperyalist Ekonomizm Marksizmin Bir Karikatürü adı ile Sol Yayınlarınca yayınlanmış kitapçıkta emperyalizmin siyasi işleyişi üzerine çok önemli saptamalar yapmıştır. Kievsky’le yaptığı “Ekonomizm!” tartışması, Kievsky’nin emperyalizme karşı “ulusal savaşım”“ulusal başkaldırı”da “siyasal sorunlar”ı es geçmesi, “mali sermaye”nin hareket alanını salt ekonomiye, mücadeleyi de salt grevler vs. gibi ekonomik mücadele araçlarına indirgemesini eleştirmek içindir. “Siyasal sorunlara önem vermemek için mali-sermayeyi abartmak! Siyasal konuları tartışmanın yolu bu mudur?” (s. 49) diye sormaktadır Lenin.

“Amerikan tröstleri, emperyalizm -ya da tekelci kapitalizm- ekonomisinin en üst ifadesidir. Bunlar, hasımlarını safdışı bırakmak için yalnızca ekonomik araçlara başvurmakla yetinmezler, sürekli olarak siyasal, hatta suç sayılan yöntemlere başvururlar. (…)” (s. 40-42)

Lenin’e göre emperyalizm, bir ülkenin tüm ekonomik ve siyasal organlarına yerleşebilir ve o ülke kendisini hala bağımsız bir ülke sanarak  yaşayabilir. 

*

Dr. Cameron şoklarını uygulamak için elektrik kullanıyordu, Friedman’ın aracı ise “cesur!” politikacılardı!

 

 

 

II. BÖLÜM

Kanadalı gazeteci Naomi Klein’in Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi (Agora Kitaplığı, Mayıs 2010. Çev. Selim Özgül) adlı kitabı anlatılanın yalnızca bizim hikayemiz olmadığını, dünyanın diğer ülkelerine yapılan “şok” saldırıların “hikayesi”nin parçası olduğumuzu çok iyi anatıyor

Buradan yola çıkarak günümüz Türkiyesi’nin “somut durumu”nu -”somut durumun somut tahlili” ilkemizi epeydir unuttuk!- ve solun başına gelenlerin arka planında, dünya çapındaki “operasyonel” tarihe değinerek, yaşadıklarımızın yalnızca bize ait bir “yıkım” içermediğini, yalnız olmadığımızı ve bu anlamda 30 yıldır içine hapsolduğumuz yenilmişlik sonucu üzerimize sinmiş suçluluk duygusundan kurtulmamız gerektiğini söylemek isterim

Şurası unutulmamalı ki “bu “hikaye”, -Lenin’in deyimiyle- “uluslaşmasını çoktan tamamlamış” ve emperyalist aşamaya geçmiş Kuzey Amerika ve AB ülkelerinin, dişiyle tırnağıyla çalışıp -yine Lenin’in deyimiyle- “uluslaşmaya çalışan” diğer mazlum uluslarına açtığı çirkin, ahlaksız saldırıların ve insanlık dışı işkenceleri de içeren ekonomik/siyasi entrikaların tarihini konu edinmektedir.

Ve ne yazık ki bu saldırılar özellikle ülkemizde, bölgemizde ve kıtamızda tüm hızıyla eskisinden daha güçlü bir biçimde sürmektedir.

Görülmektedir ki emperyalizm, hedef aldığı ülkelerin ekonomisinden devrimcisine dek tüm alanları ele geçirmek için  para ve insan kaynakları dahil muazzam bir çaba sarf etmekte ve bu ülkeleri dönüştürüp yağmalamak için deneyimlerinden sonuna dek yararlanarak, akla gelmez en ince  taktik ve yöntemler kullanarak büyük bir sabırla çalışmaktadır.

İnsanlığın baş düşmanı emperyalizme karşı savaş verenler ve bu yola baş koyanlar da en az düşmanları kadar çalışkan ve merak eden, düşünen, sorular soran, sorgulayan, bilgi sahibi olmaya çalışan devrimciler olmalıdırlar. Tarihte, bilmeyenler için tek bir satır bile yer yoktur!

 

ŞİLİ LABORATUVARI: “İŞGAL ETMEDEN ÖNCE İDEOLOJİ TRANSFER ET!”

“Friedman Okulu” üyeleri, önlerindeki 35-40 yıl içinde yağmalayıp yutacakları 3. Dünya ülkelerinin bakir vücudu konmuş yemek masasına iştahla oturuyorlar ama sabırlı davranmak zorunda olduklarını biliyorlardı.

Önce Şilili öğrencilere, Şikago Üniversitesi’nde eğitmek için ABD vakıflarınca burs verdiler. (Ford Vakfı’nı burada yad edelim!) 1956 yılında başlayan proje 1970’e gelince 100 Şilili öğrenciyi eğitmiş ve ülkelerine göndermişlerdi bile.

Verilen eğitim tahmin edileceği gibi bağımsızlıkçı/kalkınmacı politikaları küçümser bir felsefe içeriyor ve nedense doktora tezleri hep Latin Amerika kalkınmacı politikalarının “akılsızlığı!” ve “yanlışları!”üzerine yoğunlaşıyordu.

Ülkelerine dönen öğrenciler Friedman’dan daha Friedmancı olmuş olarak Santiago Katolik Üniversitesi’nde yuvalanıyor, birbirlerini profesör yapıyorlardı. 1963’e gelindiğinde üniversite “full-time!” Şikago Okulu’na çalışıyordu. Artık Şilililerin ABD’ye eğitim için gitmelerine gerek yoktu.

Hepsi ulusal ekonomileri küçümsüyor, kamu iktisadı ağırlıklı politikaların “özgürlük!”“demokrasi” ve “kalkınma”yı egellediğini ileri süren bu iktisatçılar ordusunun önüne kapıları cömertçe açılmış “medya”da fırtınalar estiriyordu. Bu “öğrenci!”ler “los Chicago Boys” olarak adlandırılıyorlardı. Friedman, bir ülkeden, yani ABD’den bir başka ülkeye yapılmış tarihin en büyük “ideoloji” transferi olarak değerlendiriyordu bunu.

(Burada da Özal’ın “prens”lerini,  ülkemizdeki bazı vakıf üniversitelerinde yuvalanmış ve isimleri kamuoyunca bilinen kişilerin, “Danışma kurulu üyesi!” olduğu ve Soros’un kurdurduğu “açık!” olan Açık Toplum Enstitüsü ve bugünlerde çok ünlü TESEV, TDV gibi “STK!”larla içli dışlı öğretim üyelerini yad edelim!)

*

Allende 1970’de Şili seçimlerini kazandığında -çoğumuzun bilgisinin tersine- karşı taraf çoktan hazırlıklıydı. Allende daha göreve başlamadan “millileştirme”ye söz verdiği ulusal telefon şirketinin % 70’ini elinde bulunduran ITT şirketi olmak üzere tüm Amerikan şirketleri, bölgede yuvalanmış bu “Boys”lar aracılığıyla karşı saldırıya geçti. Tek amaçları Allende’nin “ulusallaştırma” politikalarına karşı gelmekti. Öyle ki Allende gitse de yerine benzerinin gel(e)meyeceği “daha radikal” ve ayrıntılı bir plan üzerinde çalıştılar.

Önlerinde yine kendilerinin yarattığı iki örnek vardı:  Brezilya ve Endonezya.

Brezilya’da CIA destekli cunta 1964’te iktidarı ele geçirmiş ve ülkeyi yabancı sermayeye açmıştı. Ancak kamulaştırmalarda ve toplumsal tepkileri bastırmada o kadar yumuşak ve tembeldiler ki kendilerine “Centilmenler Cuntası” deniliyordu ve daha sert bir örnek bulunması gerekti!

Gerçek idollerini çok uzaklarda, Endonezya’da buldular! Endonezya’da 1965’lerin Hugo Chavez’i olan Sukarno iktidara gelmiş ve başta IMF olmak üzere tüm batılı şirketleri ülkeden kovmuştu. Bu gücü de “ulusalcı” bir lider olmasına karşın 3 milyon aktif komünist üyesi olan Endonezya Komünist Partisi’yle ittifak yaparak başarmıştı.

CIA 1965 Ekiminde darbe yaptı. Genelkurmay Başkanı Suharto’ya tüm komünistlerin adreslerini verdi ve sadece bir ay içinde 1 milyona yakın komünist ellerinde adres kağıdı ve palayla “infaz yapan” dini eğitim görmüş gerici katillerce öldürüldü. (O bölgelerde yaşayan insanlar ırmak ve derelerin cesetlerde dolduğunu ve bir ara ırmak taşımacılığının bu yüzden kesildiğini söylüyorlardı.)

İşte bu ülkedeki deneyim Allende’yi devirmek için hazırlanan Washington’un çok ilgisini çekiyordu. İlgi duyulan yalnızca Suharto’nun vahşeti değildi. California Üniversitesi’nde eğitim görmüş “Berkeley Mafyası” denen bir iktisatçı grubun hazırladığı ve darbeci Suharto’nun harfiyen uygulayacağı ekonomi politikasıydı. (Tıpkı bizdeki Özal ve politikaları gibi!)

Berkeley Mafyası’nı oluşturan Endonezyalı iktisatçılar 1965’te -tesadüfün böylesi!- yine Ford Vakfı’nın finansmanıyla ABD’de oku(tul)muş, ülkelerine döndüklerinde de Endonezya Üniversitesi’nde bir iktisat bölümü kurmuşlardı. (Öyle ki darbeden sonra tümü hükümette görev aldığı için okulda ders verecek hoca kalmadığından söz edilir!)

Suharto, darbe ertesi, Berkeley Mafyası’nın üyelerinin eksiksiz katıldığı bir kabine toplantısı düzenledi ve kilit önemdeki tüm finansal bakanlık ve kuruluşların görevlerinin tümünü bu gruba verdi! Bir hafta geçmeden Endonezya’nın muazzam maden ve petrol kaynaklarının % 100’ü dünyanın en büyük madencilik ve enerji şirketleri tarafından parçalanıp paylaştırıldı! Ülke yeni yasalar ve kanun hükmünde kararnamelerle çok kısa zamanda çokuluslu yabancı şirketler için en elverişli duruma getirildi.

Brezilya cuntası şiddete başvurmuyor, ağır davranıyordu, oysa “Endonezya tipi” darbe, yapılış yöntemi ve sonrası açısından başka ülkelerde de tekrarlanabilecek önemli dersler ve örnekleri barındırıyordu!

İşte belki de bunun için Allende’nin ayağını kaydırma operasyonlarında, sağcı gençlerin duvarlara yazdığı sloganlardan biri de “Cakarta geliyor!” sloganıydı. Öğrenciler faşist partiye kayıt edildi. Planlanan darbe iki koldan ilerliyordu: Ordu, Allende ve taraftarlarının imhasına hazırlanırken iktisatçılar da onun ekonomik fikirlerinin imhasına hazırlanıyorlardı!

Allende’ye karşı darbe yapıldı. Darbenin kendi şokunun yanında iki ilave şok biçimi yaşama geçirildi. Bunlardan biri ekonomide Milton Friedman’ın kapitalist “şok tedavisi”ydi, diğeri de Dr. Ewen Cameron’ın uyuşturucu ve duyusal algılama yoksunluğu araştırması olan KUBARK kitapçığındaki işkence teknikleri olarak sistemleşen ve CIA’nın Latin Amerika’nın polis ve ordularına yönelik kapsamlı eğitim programları sayesinde yaygınlaşan şokuydu.

Bu üç “yıkım”,  şoka sokma-silme-yeniden yapılandırma yöntemi durmak bilmeden tekrarlandı, tekrarlandı; bu yöntem, hedefe konmuş tüm ulusal devletlerde yaygınlaştırılarak uygulandı!

Arjantin’de, bir canlı laboratuvarda, ilk Chicago Okulu devleti örneğinin “devrim!”inin ilk zaferi ortaya çıkmıştı.

“PİRANALAR!”

CIA ajanları, Şili halkına sosyalistleri, “Rus Ajanı!”, “Şili halkının düşmanı!” olarak gösteriyorlardı oysa gerçek hain, halkına silah çevirmiş ordunun bizzat kendisiydi. Ülkeyi savaş alanına dönüştürmüştü ve devrimcileri teşhis eden başlarına torba geçirilmiş işbirlikçilerle sokak sokak dolaşıyorlardı.

Chicago Boys ise Pinochet’ye, kendilerinden emin bir biçimde devletin yer aldığı bütün bu alanlardan derhal çekilmesi talimatı veriyordu: Ekonominin doğal yasaları kedi dengesini yeniden sağlayacak ve enflasyon sihirli bir biçimde düşecekti! (Özal’ın “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler!” laflarını ve tv’lerde ithal Çin pirinciyle yerli pirincin fiyatını karşılaştırmasını anımsayalım.)

Pinochet 1.5 yıl bu kurallara harfiyen uydu. Bankalar dahil devlet şirketlerinin tümünü (bakır şirketi hariç) özelleştirdi, ücretleri % 10 düşürdü.

Sonuç:  Enflasyon 1974’de % 375’e yükselmişti. Ulusal/yerel sanayiler tek tek kapanıyor, yüzbinlerce işçi işten çıkarılıyor, temel gıda ürünleri bulunamıyordu bile. Chicago Okulu’nun ilk laboratuvarı çöküyordu!

Mart 1975’te Friedman Santiago’ya gitti. Her sözü manşetlere taşındı. “Acı reçetelere tam uyulmadığı için bunlar oluyor”du! (Ne kadar tanıdık bir söylem değil mi?) “Daha sert bir uygulamayla her şey çözülecek”ti! Serbest piyasanın önündeki tüm engeller tam kaldırılmalı”ydı!

1975’te kamu harcamaları tek hamlede % 27 azaltıldı, -bu kesintiler 1980’e gelindiğinde 10 yıl öncesinin, Allende döneminin yarısına gelmişti-. Devletin elinde kalan son 500 şirket de uluslararası tekellere satıldı. Ülke üreten değil tümüyle tüketen bir toplum olmuş, sanayi üretimi 1945’lerin düzeyine düşmüştü. İlk şok terapide Şili ekonomisi % 15 küçüldü, işsizlik Allende döneminde yalnızca % 3’ken bu kez % 20’ye çıktı. Asgari ücretin ancak % 74’ü sadece ekmek almaya gidiyordu. 1988’de, ekonominin istikrarlı sayıldığı tarihte nüfusun % 45’i yoksulluk sınırının altına düşmüştü. Şilili “piranalar” diye ünlenen en zengin % 10’un geliri ise % 83 oranında artmıştı.

 

ARJANTİN ULUSAL LİDERLERİ ve PERONİZM!

1976’ya gelindiğinde Brezilya, Uruguay, Şili’den sonra sıra Arjantin’e gelmişti. İzabel Peron CIA destekli “Generaller Darbesi”yle devrildi.

Generaller, 60 gün içerisinde ülke kuruluşlarını haraç mezat sattılar! (Bizdekilerin 80’li yıllarda yavaş davranmasının nedeni yanı başımızda SSCB’nin varlığı olabilir mi?)

Öyle ki çok gülünç bir biçimde, Amerikan gazetelerinde üstelik paralar dökerek 30 sayfalık reklam metni yayınlatmışlardı: “Toplumsal bir devrim yaşıyoruz ve kendimize ortaklar arıyoruz. Kendimizi devletçiliğin yükünden kurtarıyoruz ve özel sektörün rolünün çok önemli olduğuna yürekten inanıyoruz!” Sonuçta bir yıliçinde ücretler % 40 değer kaybetmişti. Ve 30 bin insan da kaybolmuş durumdaydı!

Bir zamanlar “ulusal kalkınmacı politikalar” uygulayan ülkelerin hepsi 30 yıl içinde serbest piyasaya ve -ama!- hepsi diktatörlüklere dön(üş)müşlerdi!

CIA’nın el kitabı KUBARK “Şili odaları” denilen işkence odalarında harfiyen uygulanıyordu. “İşkenceyle alınmış bilgi güvenilmezdir ama halk kitlelerini kontrol altında tutmanın bir aracı olarak da hiçbir şey işkence kadar etkili olamamaktadır!!

Şili, Arjantin ve Uruguay’daki cuntalar muazzam bir ideolojik temizlik operasyonu başlatmışlar, Freud, Marx ve Neruda’nın kitaplarını yakmışlar, şarkıcı Viktor Jara’nın gitar çalamaması için parmaklarını kesmişler, yüzlerce gazete ve dergiyi kapatmışlar, üniversiteleri işgal etmişler, grevler ve siyasal toplantıları yasaklamışlardı.  En şiddetli saldırı Chicago Boys’un cuntadan önce dize getiremediği Katolik Üniversitesi’nin rakibi Şili Üniversitesi’ne yapıldı ve bu üniversiteden yüzlerce profesör “ahlaki görevleri gözetmeme” nedeniyle işten atıldı. (Bizdeki 1402’liklerin aynısı: YÖK kıyımı ve kılık kıyafet yönetmeliği!)

Darbeciler stadyumları çok seviyorlardı. Stadyuma doldurdukları şüphelilere, stadyum soyunma odalarında kurdukları işkencehanelerde işkence yapıyorlardı. (12 Eylül’de de Bartın’da tüm solcular Bartın Stadyumu’na tıkılmış, “kentin en önemli solcusu” Rıfat Ilgaz evden sabah baskınıyla gözleri bağlı alınarak stadyuma dek yürütülmüş, stadyumun ortasına yine gözleri bağlı oturtularak günlerce bekletilmişti.)

*

Chigago Boys çetesinin Polonya’da Dayanışma hükümeti sırasında, 1999’da Güney Kore’yi perişan ederken -20 ayda tüm ulusal şirketleri Korelilerin gözyaşları arasında çokuluslu şirketlerce satın alındı!-, Margaret Thatcher’la maden grevini bastırırken, Rusya’da Yeltsin dönemindeki akıl almaz uygulamalarda, Tiananmen Meydanı katliamında, ABD’de kamu kuruluşlarının ve kamu denetiminin -askerlerin çadırlarının kuruluşuna dek- özel şirketlere açılmasında, Irak’ı ortadan silerken ve Sri Lanka’daki gibi tsunami felaketlerinde kıyı bölgelerini yağmalarken ne haltlar işlediklerini anlamak için Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi‘ni baştan sona okumak gerekiyor.

Friedman’la birlikte Chicago Üniversitesi’nin “boys”larından bazı isimler şunlardı: Prof. George Shultz, Donald Rumsfeld,  Dick Chaney!

 

KISSADAN HİSSE

Kitaptan öğrendiğimiz “şok doktrini”nden yola çıkarsak, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve siyasi şoklardan ilki bizce 1 Mayıs 1977 katliamıdır.

Bu katliam Türkiye’nin Şili, Endonezya vs. ülkelerin daha önce yaşa(tıl)dığı “Şok tedavisi!”nin ülkemizde uygulamaya başlandığının ilk işaretidir.

Peşinden 23-24 Aralık 1978 Maraş Katliamı ve ünlü “24 Ocak Kararları”yla yaşanan şokun -ki % 100 dolayında bir devalüasyonla başlamıştı- ardından Mayıs-Haziran-Temmuz 1980 Çorum Katliamı ve Temmuz 1980’de Kemal Türkler’in öldürülüşü daha büyük bir “şok” için yapılmış öncü “şok”lardandır.

Şokların babası sayılan 12 Eylül darbesi ve sonrası an be an toplumca yaşanan dur durak bilmeyen irili ufaklı onlarca şokla sürmüştür: Geceyarıları tutuklamaları, söylenceye dönüşmüş işkenceler ve ard arda gelen idamlar! Şimdi gerilerden bakınca birkaç yılda bunları yaşamak zorunda kalmış bir toplumun bir daha ayağa kalkması, dizlerinin üzerine doğrulması gerçekten çok zor olduğu daha iyi anlaşılıyor.

Yine kitaptan öğrendiğimize göre “şok”lar peş peşe ve “aniden” olmalı!

Turgut Özal’ın ekonominin başına getirilişi, ANAP’ın iktidara gelişi en önemli şoklardandır. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Kışlalı cinayetleri, Sivas Katliamı şoku ve 1994’te döviz fiyatlarını üç ay gibi kısa bir sürede % 230 artıran ekonomik kriz “şok”u ve gecelik faiz oranlarının 2000’lere fırla(tıl)dığı Kasım 2000 ve Şubat 2001 ekonomik krizleri ve nihayet 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki en büyük “şok”: AKP’nin iktidara ge(tiri)lişi! AKP iktidarından sonra yaşadığımız ve ard arda gelen -Kıbrıs politikası, Hrant Dink’in, Rahip Santaro’nun katledilmesi, çuval geçirme olayı, Gül’ün Cumhurbaşkanı olması, sabahın köründe yapılan sayısız tutuklamalar, Arınç’a suikast iddiası, kozmik oda baskını, YÖK’ün, yargının ele geçirilmesi, Libya, Suriye politikaları- “şok”larını ise anımsatmaya bile gerek yok!

Bu acı ve karanlık tarihi gerçekler bize göstermektedir ki günümüzde, emperyalizme karşı mücadeleyi birinci sıraya almayan, yalnızca almak yetmez mücadele sürecinde düşmanının her hareketini, çalışma anlayışını bilmeyen ve sistemini deşifre etmeden yola çıkan, bu da yetmez, sürekli değişen “somut durum”u kendisine yakın yurtsever geniş kitlelere hızla ve doğru olarak aktaramayan hiçbir hareket başarılı olamaz.

 

ACI SONUÇ

Çin, Rusya, Brezilya, Güney Kore, İngiltere, Latin Amerika ülkelerinin hemen hemen tümü Friedman’ın “fundamantelist” kapitalizm uygulamalarından çoktan kurtuldular. Bu çetenin üç silahı IMF-DB-DTÖ örgütlerini ülkelerinden kovdular; özelleştirmeleri bırakıp satılanların çoğunu devletleştirdiler, kaynaklarını planlı kullanan, sosyal yatırımlara dönük -Friedmancı(lar)ın nefret ettiği- “kalkınmacı” politikalara döndüler ve başarılı oldular. Şili’de 2000 yılında Sosyalist Ricardo Lagos Başkan seçildi. 2006 yılında ise ülke tarihinin ilk kadın başkanı Michelle Bachelet başbakan oldu. Arjantin’de Kirchner’ler hükümetleri ve Brezilya’da sosyalist liderler da Silva ve Dilma Roussef ülke ekonomisini bu çeteden kurtardılar ve ekonomilerini yükselişe geçirdiler.

Bu politikaları Dünyada uygulayan ülke -utançla belirtmeliyim ki- bir tek Türkiye kaldı! “Fundamantalist” çete, Arjantinli generallere 15 yılda tamamlatamadığı özelleştirmelerin üç katını Carlos Menem gibi “sivil!demokrat!” bir isme bir iki yıl içinde yaptırınca şaşırmışlardı! Türkiye’de de 30 yılda kimseye yaptıramadıkları -ülkenin can damarı sektörler olan telekom, enerji, bankacılık gibi- özelleştirmeleri AKP iktidarına yağmadan da öte uygulamalarla yaptırabildiler ve Türkiye’ye de seyrettirdiler!

Tıpkı en son daha dün göz nurumuz şeker fabrikalarımızın özelleştirilip yağmalatılmasını seyrettiğimiz gibi!

*

Mahatma Gandhi daha 1926’da “Uluslar arasında süren silahlı çatışmalar bizi dehşete düşürmektedir. Ancak ekonomik savaş silahlı çatışmadan daha az tehlikeli değildir. Cerrahi bir operasyon gibidir: Ekonomik savaş uzun süreli bir işkence gibidir!” derken kapitalizmin özünde yatan canavarı görebilmişti.

Lenin, “Bütün dünyayı soyup soğana çeviren bir avuç emperyalist devleti” (Emperyalizm, s. 14), yani bir bütün olarak emperyalizmi öncelemeyen hiç bir sosyalist mücadelenin başarıya ulaşamayacağını yazarken şu önemli notu, kendisinden sonraki kuşakların unutmamasını istiyordu:

“Bu olayın ekonomik kökleri kavranmadıkça, siyasal ve toplumsal önemi değerlendirilmedikçe, komünist hareketin ve devrimin pratik sorunlarının çözümüne doğru bir tek adım bile atılamaz.” (Emperyalizm, s. 15)

*

Bu iki yazıda özetlemeye çalıştığımız ve bazı bölümlerine katkıda bulunduğumuz çalışma için, “Bu da ne, biz zaten bunları biliyoruz; biz de yaşadık!” diyenlerimiz olacaktır.

Ne var ki kazın ayağı hiç de öyle değil. Bugün merkez sol diyebileceğimiz sol damarın taşıyıcıları tam da Friedman ve darbecilerinin şok-silme-yeniden kurgulama yönteminin -ne yazık ki- son şıkkıyla düşünmek zorunda bırakılmışlardır.

Öyle ki yukarıdaki tarihin aynısını daha beter olarak yaşamış olan kendi ülkemiz tarihini özetlemeye çalışma çabamız, bu “sol!” çevrelerce çekici bulunmaz ve küçümsenebilir!

Şu acı gerçeği de anımsatalım ki Naomi Klein, bu devasa çalışmasını söz konusu ülkelerdeki devrimci/yurtsever güçlerden derlediği bilgileri bir araya getirerek oluşturdu. Kitapta Türkiye’nin yer almaması ilginç. Halimize bakınca da anlaşılabilir: Bu bilgileri verecek yurtseverlikte bir sol çevre bulamamışlardır! Onların, Soros vakıflarının raporlarıyla, bu ülkeyi kuran yoksul halkımızın ne kadar “ırkçı!” ve bu topraklarda suç işlemiş büyük bir “işgalci!” olduklarının tarihinden bilgiler vermekle meşgul olduklarını hepimiz biliyoruz.

*

Friedman’ın ekonomik saldırısı ve Dr. Cameron’un şoklarına maruz kalmış ve darbecilerin hücrelerinde aylarca çığılıklarını kimseye duyuramamış biri olarak bugün en çok üzüldüğüm nokta,

Chicago Üniversitesi iktisatçıları için “Chicago Boys”, Latin Amerika genelindekilere ““los ChicagoBoys”, Endonezyadakilerine “Berkeley Mafyası”, Arjantindekilere “Piranhalar” dendiği halde bizimkilere bir isim vermeyi bile başarmaktan aciz olmamızdır!

 

AHMET YILDIZ

SOLİTİRAZ.COM

(BU YAZI DAHA ÖNCE WWW.ANAFİKİR.GEN.TR'DE YAYINLANMIŞTIR)

Facebook'ta Sol İtiraz