27 Aralık 2024 Cuma

Devrimci Yön

Paralı Siyasetin Etik Eleştirisi

Paralı Siyasetin Etik Eleştirisi
14 Şubat
00:00 2018

Zalimin elinde vurucu tim
Zihinleri bulandıran çarpık eğitim
 
Eğer bir ‘olgu’ ise adalet
Olguların oğlu ne yapsın hâkim
 
Sadece bir olgu mudur?
İnsan niçin değil olgun?
 

 

KÖTÜLÜK NEDİR?

Kötülük,  bir iktidar olma, başkasının yaşam enerjisine el koyma ya da doğaya hâkim olma arzusundan doğar. Azın özü, iktidara yürüyen insanoğlu tehlikelidir. Muktedirler, çoğu zaman amaca giden her yolu mubah görüyorsa hele, kötülük mukadderdir. Ahlak ve hukuk, adaletle yönetme sanatının tarihsel tecrübeleridir şüphesiz. Mevcut dinsel kurumlar, sistemin ürettiği bütün bu kötülüklere, kayıtsız, ilgisiz, suskundur. (Sadece sistemin dışında kalmak isteyen samimi dindarlar hariç elbette.)

Şimdi bütün bu kıyıcı, yıkıcı, acımasız saldırıya karşı mücadele edecek bir ahlaki akıl, feragat etme, fedakarlık, empati, şefkat, merhamet duygusu da vardır insanda. Çünkü insan bir yönüyle de toplumun türevi ahlaki bir varlıktır. İnsanda duygular çift kutupludur(tıpkı acı ve sevinç gibi iyi ve kötü olan da kutupsaldır). Ahlak ve hukuk bilinci zamanla oluştuğuna göre sonradan öğrenilen ve kamusal üst iradede canlı tutulması gereken normatif disiplinlerdir.

*

“Her hayat çatışması insana yeni ödevler gösterir ve onu bilinmeyen değerlerin düşünülmesine doğru götürür. İnsanlık sanki içgüdüsüyle, gizli değerlerin keşfi için biteviye çalışmaktadır.” (1). “Bunun için ancak pek nadir zekâlar yüzyıllar geçince bilinmeyen değerleri, Aristoteles’in deyimiyle “adsız faziletleri” keşfedebilmişlerdi.”

“N. Hartmann’a göre, değerlerin en önemli karakteri ideal bir “olmaya mecbur olmaktır”. Değerlerin olmaya mecbur olmaları gerçekleşmeye doğru temayüllerini gösterir. Hartmann’a göre değerlerin karakterleri bilincinden bağımsız olarak devam eder. Bilinç olayları kavrayabilir veya kaçırabilir; fakat yaratamaz. Veya kendiliğinden ileri süremez. Değer bilgisi saf duygu üzerine düşünceden meydana gelir. Her insana mahsus olan bu değer duygusu, esasında, iyi veya kötü vicdan denilen şeydir.” (2)

Yeni değerlerin kâşifleri ise, önceden gören öncüler (prometheus’lar), peygamberler ve çağımızda kimi kahramanlardır çoğunlukla. Halkın vicdanına rehberlik edenlerdir onlar.

*

Din, ilahiyat ve ahlak felsefesinin en kadim sorunu kuşkusuz ki kötülük sorunudur (Tanrının adaleti konusu= teodise ) Bu günkü hâkim sisteme uyarlanmış tüm dinler, kapitalist emperyalist sistemin ürettiği kötülük sorunu karşısında niçin kayıtsız ve suskundurlar.

Sistemin ürettiği kötülüklere karşı dinlerin, suskun kalmasının birçok nedeni olabilir:

1.Dinlerin ortaya çıktığı tarım ve hayvancılık dönemlerinde askeri imparatorluklar hâkimdi.

2. Gelişen ve değişen üretim ilişkileri toplumsal iş bölümünü arttırdıkça, insanların yeni ahlaki değer ve yeni hukuki kurallara uyma mecburiyeti doğdu.

3. Bütün dinler, insanın ruhsal ve tarihsel evrimi içinde bir önceki zihniyeti sorgulayarak yeniden güncelleşti. Bu güncelleştirmede, sezginin yanı sıra analoji, kıyas, tümevarım, tümdengelim gibi mantıksal yöntemler ahlakı aklın işlemesinde süreklilik arz eder. İnsanın istek, sayısız ihtiyaç ve idealize ettiği tamamlanma düşüncesi, değerin her zaman olandan çok olması gerekeni idealize etmesiyle sonuçlanır. İnsan, mevcut, muhtemel ve mükemmel olan varlık alanları arasındaki ilişkileri araştıran ve durmaksızın arayan bir varlıktır. 

4. Ortaçağdaki Arap toplumunun cari hukuk ve ahlaki ihtiyaçlarına cevap vermek üzere doğan İslam din anlayışında ise Hz. Muhammed son peygamber olarak kabul edilmiştir. Ama bu tarihin sonu demek değildir. Çünkü Tanrı’nın insandaki evrimi (tekâmülü) devam etmektedir. Dolayısıyla hiçbir ölümlü insan tamlığa ulaşamaz.

5. Hiçbir kutsal kitap vahiy ile peygambere geldiği gün yazılıp oradan matbaaya gitmemiştir. Bu toplumsal deneyim süreci ileride doğacak olan birçok sorunun da ana kaynağıdır. Sonradan Mushaf haline getirilmiş tüm kutsal kitaplar, matbaa öncesi benzer sorunlara maruz kalmışlardır. Muhakkak ki bir iki kuşak sonra, kâtipten kâtibe nakledilen bilginin korunması daima sorunludur. Çünkü hafızayı beşer nisyan ile maluldür. Unutulmasın ki onun peygamberlik hayatı ve vefatından sonra; bir yandan dinin eski kutsanmış alışkanlıkları üzerine oturan gerek yeni farklı yorumlar, gerekse olması gereken ruhsal isteklerin yönetim biçimleri çok sayıda farklı mezhep anlayışına yol açmıştır. Ayrıca ilk üç halife döneminde Kuran kitap haline getirilirken elimizde bu Mushaf’ın bir orijinali bulunmamaktadır.(3)

6. En sorunlu alan da;  her yeni din, bir yandan kalplerde bir ihtilal yaratırken öbür yandan ona uymayan karşıt toplumsal kesimler, sınıflar ve nihayet süper egolar arasında tarihsel bir çatışmanın da dinamosudur. İslâm tarihinde en büyük kırılma, bizzat peygamberin vefatından sonra kimin iktidara geleceği noktasında odaklanmıştır. Bu günün tabirleriyle konuşursak; bir yerde bir toplumsal devrim varsa ve ona karşı gizliden kin ve nefret duyan en azından kayıp ve öldürülmüş yakınlarının öcünü alacak bir karşı devrim cephesi de kendiliğinden oluşacaktır. Bu her din için tarihsel olarak yaşanmış ve önlenemez doğal bir süreçtir.

7. Köleci ve feodal toplum düzenine uygun olan tarım imparatorlukları (monarşi, sultanlık, krallık) döneminden cumhuriyet devrimi ve değerlerine geçişin de kendine özgü ekonomik, politik ve etik tercihlere dayandığı gün gibi ortadadır. Bunların en belirgin olanı da ulusal bağımsızlık, özgürlük, sorumluluk ve bireyin kendisini gerçekleştirmek istemesi gibi yüksek değerlerdir.

Osmanlı Devletinin, emperyalist paylaşım savaşları sürecinde dağılmasından sonra kurtuluş savaşı kadrolarının bir eseri olan Türk devrimin üç ana niteliği dikkatimizi çeker.

 

TÜRK DEVRİMİNİN ÜÇ ANA NİTELİĞİ

1-Saltanatın (monarşinin) kaldırılması ve ulusal egemenlik iradesinin yaşama geçirilmesi.

2- Hilafetin TBMM içinde içkin hale getirilmesiyle;  isteklerimizin ve devlet yönetiminin laik hukuk ve ahlaki akıl üzerinde temellendirilmesi çağdaş yaşamın kaçınılmaz bir gereksinimidir. Burada vicdani ve irfanı olarak hür nesillerin yetişmesinde ilk koşul eğitimin Firavun-Karun ve ruhban baskısından kurtarılmasıdır.

3-Medeni kanunun kabulü yeni bir yaşam enerjisinin kendine uygun bir forma kavuşmasıdır. Burada kadının eğitim, evlilik, boşanma, seçme ve seçilme hakkı kadar miras hukukunda erkek ile eşit haklara sahip olması esastır.

O halde milli demokratik devrimin özeti: Temel insan hakları konusunda; ferman, fetva ve siyasal kürtaj yetkisinin halifeden alınıp millet iradesini temsil eden bir meclise devredilmesidir. Böylece her demokratik devrimin özü; firavun-Karun ve ruhban sınıfı arasındaki sömürü işbirliğini önlemeye yöneliktir. Dikkat ederseniz cumhuriyet devrimine tepki veren karşı devrim cephesinde, her şey giderek geçmişe öykünerek dönüşüme uğratılmıştır. Cumhuriyetin tasfiyesinde başlıca dış dinamikler; mali sermaye ve serbest piyasa dayatmasıdır (liberalizm). İç dinamiklerde ise, siyasal İslamcılık ve etnik milliyetçiliğinin liberal bir ittifak dairesinde hareket ettiklerini görmekteyiz. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, ilk iş olarak hemen 24 Ocak kararlarını yürürlüğe koymasıyla özelleştirme adı altında tüm kamusal servetlerin satışı, yasal bir mevzuata kavuşmuş oldu. Daha sonra siyasal partiler yasasında birçok değişiklikler yapılarak ve % 10 barajı konularak siyasal kürtaj yetkisi iktidara bir ayrıcalık olarak sunuldu. Bu arada eğitimin, sağlığın ve güvenliğin (bedelli askerlik dâhil) özelleşmesi ile toplumsal yönetimde fırsat eşitliği yerini giderek mali sermayenin alım gücüne terk etti. Bu satın alma gücü zamanla rakip tanımadığı için elimizdeki tüm ulusal varlıklar, birer birer haraç mezat satılarak yabancı sermayenin eline geçmiş oldu. Mali sermaye girdiği her ülkede;  üniversite, medya, moda, sanat ve siyaseti süreç içerisinde belirler hale gelir kuşkusuz. İşte bu ekonomik süreçte, artık paralı siyasetin ulusal egemenliği tasfiye etmeye yönelik bir dizi mevzuat değişikliğine gittiği görülür. Son otuz beş yıldır, gelmiş geçmiş hükümetlerin neredeyse tamamı Washington’dan icazet almadan iktidara gelemiyorlar. Burada özellikle sağ iktidarların tercih edilmesinin sebebi, mandacı maneviyatına daha çok yatkın olmalarıdır. Paralı siyaset, egemenliğin yukardan aşağıya inmesinin legal bir biçimidir. Parası, ekonomik gücü olmayanların, bilgilenme, eğitim alma, örgütlenme ve özgürce kamuoyu oluşturma imkânları zaten kısıtlıdır. Onların önüne milli piyangoya benzer bir seçim sandığı konulduğunda bu seçmenler sanki kendi iradeleriyle ülkeyi yönetiyormuş gibi bir kuruntu veya sanıya kapılıyorlar. Paralı siyaset yukardan aşağıya gücü güce yetenin daha çok delegasyon oyunlarıyla yapılan bir yönetim tarzıdır. Paralı siyasetin ayak oyunlarına karşı kamuoyunu sağlıklı bir şekilde oluşturmak mümkün müdür? Ancak ulusal demokratik idare varsa,  kamusal irade bir biçimde aşağıdan yukarıya doğru tayin edilebilir. Gözden kaçmayan bunca liberal toplumsal mühendisliğe rağmen ( eğitim, sağlık, güvenlik ve siyasetin paralı hale gelmesi vb.) ,  imam hatip okullarının özelleştirmenin dışında tutulmasında büyük bir özen yok mudur?

 

PARALI SİYASETİN SATIN ALMA SEPETİ

Paralı siyasetin yol açtığı çıkmazların başında iktidara alternatif siyasetlerin önünün kesilmesi için sürekli bir mevzuat değişikliğine gidilmesidir. Belki bir döneme özgü ve geçici diye çıkarılan antidemokratik yasaların bir şekilde el altında tutularak kalıcı hale gelmesine en çarpıcı örnek % 10 barajıdır. Başka bir örnek, ilk adımda parti içi demokrasisinin göstermelik olarak işletilmesi, ikinci adımda meclise girecek milletvekilleri, parti liderinin bir lütfü olarak dağıtıldığı için bu vekiller, daha çok başkanın çıkar hesaplarına bağlı kalırlar. Kendi iradeleri üzerinde sürekli bir partiden atılma tehdidi veya baskısı hissettirilir. Milletvekillerinin anayasal yeminlerini çabucak unutup lider eksenli davranmalarının başka bir açıklaması var mı?  Örneğin Ana muhalefet partisi CHP’den ulusalcıdır diye atılan Süheyl Batum, Birgül Ayman Güler ve Emine Ülker Tarhan, aslında kendi seçmenleri nezdinde hâlâ asıl CHP de kalması gereken milletvekilleridir. Çünkü bu vekillerin CHP’nin siyasal program ve ilkelerine aykırı hiçbir eylemi yoktur. Demek ki paralı siyaset olgusu, sadece iktidarın ABD ye uygun bir yörüngede tutulmasıyla sınırlı olmayıp tüm muhalefeti de tanzim etmenin bir yöntemidir.

Bugünün ana muhalefet görevini üstlenmiş CHP'nin ne yazık ki doğru dürüst bir ideolojik doğrultu ve siyasal stratejisi yoktur. Oradaki kimi olumlu vitrinlik vekillerin ise partiye yön verecek hiçbir ağırlığı bulunmuyor. Yeni CHP’nin yönetimi, sadece olaylar ve kişiler bazında iktidarı eleştirmekte, asla siyaset felsefesi düzeyinde herhangi bir iddia ve inancı dile getiremiyor artık. Tekil olaylar üzerinden kişileri eleştirmenin, sisteme yönelik bir sorgulama olmadığını öncelikle bilmemiz gerekir. Bu öngörüsüzlük (basiretsizlik) örneği, mevcut muhalefetin sorunları aşma konusunda beceriksizliğinin da bir kanıtıdır. 


Öncelikle 12 Eylülden bu yana Türkiye’de taban ve kadro bulan liberalizm yani ABD yardakçılığının siyasal öğretisi, yazık ki hem iktidarı hem muhalefeti teslim almış durumda.   Gerek iktidar, gerekse mevcut muhalefet partilerinin liberal, sağcı ve çapsız yönetimlerinin hataları saymakla bitmez. Hadi iktidardan vazgeçtik de; CHP yönetimine baktığımızda sanki karşımızda hep liberal muhipler cemiyetinin en tipik kişileri seçilmiş gibi bir izlenim ediniriz. (İstisnalar kaideyi bozmaz.)

*

Paralı siyasetin en büyük açmazlarının başında, on beş yıllık AKP iktidarının ülkenin başına açtığı belalardır. Bir yandan evladiyelik parti başkanlarını toplum artık kanıksar olmuştur.

Üretim ekonomisi çökmüş, uluslar arası emlâk işleri almış yürümüş, büyük şehirlere sadece kırsaldan değil ayrıca yabancı ülkelerden de göç başlamıştır. 2010 referandumu sonrasında hukuk sisteminin büsbütün çökmesiyle TSK’ya kumpaslar yapılmış ve 15 Temmuz darbesine giden zemin hazırlanmıştır.  Türk milleti kavramını ağzına almaktan kaçınanlar, kendilerini bilinçli olarak İbrahimî millet diye tanımlıyor. Pekiyi “Ümmettin liderinin” Yahudi Cesaret Ödülü almasını bu bağlamda mı anlamamız lazım bundan böyle?

*

Şimdi yapılan bu yanlışların tekrar düzeltilmesinden başka millete yapılan bir vaat var mıdır? Telef olmuş günlerin tekrar telafi edilmesinin yükünü, yine enerjisi boş yere israf edilmiş Türk milletinden başkası çekmeyecek sanırım. Batı medeniyeti eksenli Haçlı emperyalistlerin paraya ve silaha dayalı politik projelerinde, milyonlarca insanı, Irak ve Suriye’de adeta bir “sarf malzemesi” gibi kullanmış olması bundan böyle kimin umurunda? Hani bunların kültürel kodlarından gelen hümanizm, demokratlık,  insan hakları kavramı nerede? Hani yeni muhafazakârlıktan (neoconlar) bahsedenler hangi insani ve manevi değeri korumakta? Her türlü soğuk ve sıcak savaş cinayetleri konusunda uzmanlaşmış bu ekip, sonra, utanmadan “a yanılmışız, pardon” diye günah çıkarıp biraz da duygulu manşetler atarak yollarına kaldıkları yerden tekrar devam ederler.

*

Paralı siyasetin satın alma sepetinde; sosyal adalet düşmanlığı, yabancı sermaye danışmanlığı, taşeronluk, ucuz iş gücü, yağma ekonomisi ve eğitimin cemaatlere teslim edilmesi gibi kölelik düzenine zemin hazırlayan etkinlikler görmekteyiz. Böyle bir baskı ortamına ayak uyduran sözde yazar, çizer aydınlar kesimi ise toplumsal gerçeklerden kaçışı, yeni bir düşünsel akım gibi sunmanın çabası içindeler. Adil bir dünyadan çok adi bir dünyanın yaratılmasına hizmet eden onca çöp mertebesinde magazin dergi, çoksatar kitap, sponsorlu yayın ve üç maymunu oynayan penguen üniformalı ruhban medyası hazır iş başında, nöbet tutmaktadır. Amerika, İngiltere ve Avrupa fonlarından yararlanarak yetişmiş yığınla devşirme liberal ve İslamcı kadro bazen sözde milliyetçi-maneviyatçı-mukaddesatçı,  bazen sol veya sosyal demokrat kisvesi altında övülerek medya vasıtasıyla görücüye çıkarılır. Sistemin azizlik sertifikasını almış kimi ödüllü sanatçılar, yıldızı parlatılmış yazarlar ve tescilli değerler borsasında unvanları verilmiş profesörlerden ruhsat almadan zaten kimsenin üst düzeyde konuşmaya yetkisi de bulunmuyor.

 

PROLETER MİLLETLER

Arnold Toynbee, bir tarih felsefecisi olarak,  batılı siyasilere, hızla tek devlet olma sürecine giren dünyanın batı dışında kalan milletlerin, yarının dünya devletine, bu devletin eşit haklara sahip, aynı statüye uyacak cemaatleri olarak değil, Batı hakimiyetine kayıtsız şartsız mahkûm, Batı’nın tanıyacağı miktar ve derecede hür ve tok proleter (sömürülen) zümre statüsünde entegre etme hedefini göstermekte ve bunun yolunu yordamını tespit etmiş bir ideologdur.                        

“Batı karşısında kalan bütün milletler toptan proleter kılınabilir mi? Proletarya millet içinde bir zümredir”  şeklinde akla gelecek itiraza Toynbee, Mussolini’den naklen kaydettiği bir cümle ile cevap veriyor:  “Proleter fertler ve sınıflar olduğu gibi, proleter milletler de vardır!..

Bu iktibasına hemen ilave eder: “Bu gruba, muhtemelen batılı olmayan milletler girecek”.

Bu ifadenin devamında: “Hatta bu gayrı batılı milletler 'Batıcılığın', bir kuvvet oyunuyla memleketlerini batılı model üzerine, hür ve müstakil devletler halinde değiştirmeye zahirde muvaffak olsalar ve bütün dünyayı kucaklayan beynelmilel bir cemiyetin ismen hür ve eşit üyeleri olarak batılı kardeşleriyle ortaklaşsalar bile proleter milletler grubunda kalmaya devam edecekler.” (4)

İşte bu siyaset teorisi, pratikte BOP diye devreye girmiştir.

*

(Toynbee’ye göre,  yer yüzünde 21 tane medeniyet gelmiş geçmiştir, halen de 5 canlı medeniyet mevcuttur:  Batı, Rus, İslam, Hint, ve Uzak Doğu medeniyetleri.)

*

Proleterleşme olgusu, kapitalist üretim güçlerinin özellikle krizleri çözmek üzere teşvik edilen tüketim ekonomileri temelinde daha da hızlanmış durumda. Proleterlik kavramı sadece birey ve işçi sınıfına özgü bir toplumsal konum değildir. Kapitalizmin emperyalist tekelci döneminde, dünya pazarlarının denetimi ulusal ölçekte ortaya çıkmış bir gerçekliktir. Burada dayatılan yeni gümrük mevzuatı, üretim ekonomisinin destekleyecek siyasal hareketlerin bloke edilmesi ve sömürgeciliği güvence altına alacak kredi ve borç mekanizmalarıyla ülkelerin tamamen bağımlılık döngüsü içinde tutulması ön plandadır. Demek ki, 19. Yüzyılda sosyal bilimcilerin analitik değerlendirmesinin bir bakış açısı diye bildiğimiz sınıf edebiyatı sadece bağımsız ülkelerin kendi iç siyasetinde kendi başına etkili olabilir belki. Ancak ulusal bağımsızlığı tam sağlanamamış bir ülkede, sınıfsal, ulusal ve evrensel bilinç inşasını birlikte ele almadan emperyalizm ile mücadele etme şansınız sıfırdır. Çünkü emperyalizm kendisine bağlı bir ruhban sınıfı yaratırken bunun içinde din, ahlak, çağdaş uygarlığın nimetleri, medeniyetler çatışması, tarih bilinci gibi çeşitli enerji paketleri halinde topyekûn bir saldırıyla karşınıza çıkar. Siz sadece tıkız bir işçi sınıfı edebiyatıyla bununla baş edemezsiniz. Kapitalizm günümüzde artı-değer sömürüsünün ötesinde bambaşka bir yağma ve mafya ekonomisine dönüştü. Anti-emperyalist mücadele cephesi, aynı enerji paketleriyle (teknik, tarih, coğrafya ve insan büyüklüğü ölçeğinde) karşılık verilmedikçe başarısız kalmaya mahkûmdur. Sınıfsal, ulusal ve evrensel bilinç bütünlüğünü öncelikle üretim güçleri ve ona eşlik edecek üretim ilişkileri sürecinden çıkarmaya mecburuz.

Şöyle ki üretim güçleri kavramının en kapsamlı tanımını, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’da görmekteyiz. Kıvılcımlı, Marks ve Engels’den yaptığı derlemeye dayanarak yeni bir senteze ulaşmıştır. Kıvılcımlı, üretim güçleri kavramını başlıca dört bölüme ayırmıştır :
 1-  TEKNİK: Toplumun tabiatla güreşinde kullandığı cansız araçlar ve kullanımları. Aygıtlar, avadanlıklar (âletler, cihazlar) ve metotlar (usuller). 
 2 - COĞRAFYA: Toplumu doğrudan doğruya dışarıdan, daha doğrusu mekân içinde çevreleyen maddî ortam. İklim, Tabiat, v.s. 
 3 - TARİH: Toplumu doğrudan doğruya içeriden, daha doğrusu zaman içinde çevreleyen manevî ortam. Gelenek, görenek kalıntıları, v.s. 
 4 - İNSAN: Toplumun gerek dış-maddî ortamını, gerek iç manevî ortamını teknik-araçla işleyen Kolektif Aksiyon (Topluca Eylem), Zor ve şiddet anlamlı "Güç", v.s. (5)

Üretim güçleri içindeki üst başlıklara ( teknik, coğrafya, tarih ve insan birikimine)  dikkatle bakılırsa, ulusal bilinç ve moral değerlerin de tıpkı diğer teknolojik araçlar kadar bizler için önemli bir donanım sunduğu görülecektir. Biz şimdi ulusal bilinç, bilimsel eğitim ve moral değerler deyince, bunun içinde bu toprağa ait birçok maddi ve manevi üründen bahsederken;  mutfak, giyim kuşam, barınma, kültür, müzik, folklor, dil, edebiyat, ahlak, görgü, töre ve dinsel inançların tamamını anlarız. O halde, tarih, teknik, coğrafya (toprak)  ve insanı insan yapan alın teri, toplumsal emek ve aklın namusudur burada söz konusu olan. Şimdi BOP kapsamında karşımızda, Batı medeniyeti eksenli bir Haçlı saldırısı altındayız. Sınıfsal durumumuz öncelikle proleter millet konumuna düşürülme tehlikesidir. TSK’ya kumpası bu bağlamda ele alamıyorsanız eğer, sizde ne sınıfsal,  ne ulusal ne de evrensel bilincin kırıntıları bile henüz oluşmamış demektir. Burada hukuk ve ahlak sistemini ayakta tutmak istiyorsanız öncelikle ulusal güvenliğinizin olması şarttır. Adalet sisteminin hizmetinde olmayan bir polis ve asker gücünüz yoksa hırsızı nasıl yakalayacaksınız. Hadi suçluları işaret ettiniz diyelim, onu nasıl yargılayacaksınız? Dünyada çalmaya çırpmaya, hırsızlığa ve artı-değer sömürüsüne karşı çıkıp da diğer yağma ekonomi biçimlerine kayıtsız kalan bir dindar, bir solcu, bir sosyalist olmak nasıl bir şeydir?  Yoksa siz de mi liberal muhipler cemiyetinden misiniz?

 

ÜÇ ANA İLKEMİZ

Ortak bir ülkü ve ilkeler etrafında kolektif bir aksiyon yaratamayan toplumlar asla bağımsız ve onurlu bir ulus olamaz. Toplumu motive edecek değerler de tarihi tecrübelerden çıkartılabilir ancak. Şöyle ki.

1-Türk Tanrıyı korumalı ki

   Tanrı da türkü koruya  (Cazim Gürbüz,  (6)     

Bu cümle, insanın tarih içinde insan vasıflarını kazanırken ürettiği törel ve tüm ruhsal enerjiyi kapsar. Bu gerçeği henüz idrak edememiş siyasal İslamcılar her ne kadar “Ezan dinmez / Bayrak inmez” diye kutlu bir duyarlığa dayansalar da Suudi Arabistan ile Türkiye’nin farkını tam olarak anlayıp ortaya koyamazlar. Çünkü orada yine göstermelik bir bayrak ve beş vakit okunan ezanlar hiç eksik olmadığı halde Arap Emirleri, Pentagon’unun otoritesine boyun eğmeye her zaman mahkûmdurlar. Oysa biz biliyoruz ki bir tek bağımsızlık ve aklın namusunun korunduğu ülkelerde, gerçek anlamda bir din ve vicdan özgürlüğü mümkündür. Gerisi salt halkı “Allah ile aldatmak” yoluyla düpedüz yapılan bir hipnoz ayinidir. İnsan Tanrı’yı  korusun ki Tanrı da insanı korusun. Bu sorumluluk üstlenmenin ahlaki bir yoludur. Şark kurnazlığı, tembellik ve işin kolayına kaçarak bugün yapılması gerekenleri hep dua ile Tanrıya havale ederek uzak bir geleceğe ertelemek adam olmanın bir azlığı değil midir?

2-Mustafa Kemalin askerleriyiz (Turgut Özakman)

Bu hedef, bağımsızlık ve özgürlük sevdasının süreklilik ve kesintisizliğini vurgular. Liberal kesimin bu şiarı militarist bulması, kendilerinin de emperyalistlerin bir askeri olmak eğiliminden midir nedir?  Bunlar bir yandan militarizmden hoşlanmaz, öbür yandan enternasyonal ” “Yurtta sulh, dünyada sulh” ilkesine yüz çevirirler.

3-Bağımsız Türkiye için devletin ulusal yapısı

Burada sürekli bir kolektif aksiyonun varlığı, yurttaşlar farklı görüş ve inançta olsalar bile ulusal birliğin mutlaka bir üst bilinç çatısı altında toplanması ihtiyacını vurgular. Bir ulusun bileşenleri elbette çeşitli etnik köken ve inanç eksenli olabilir. Asıl olan, geçmişten geleceğe akan tüm insan emeği,  yurtseverlik, tarih ve kültür birliğini içeren bir toplumsal üst benin varlığıdır. Ben, bir başkası olduğu için de diğer çeşitli kültürel malzemeyi de kendi ulusal mutfağında bir yaşam sanatına çevirmeyi ihmal etmez. 21. Yüzyılın Türkiye’si bu bağlamda kendi sentezini kendisi yapmak zorundadır.

Atatürk milliyetçiliğinin ırkçılık, etnik ve mezhep ayrımcılığıyla ilgisi yoktur.  Onun için ahlaki ve hukukidir. Çağdaş ve ilericidir. Birleştirici ve devrimcidir. Vatandaşlık hukuku, klan kabile, aşiret, soy sop ve dinsel bağnazlığı aşarak öncelikle kamusal yarar, kültürel birlik, yurtseverlik ve kutlu bir ahlaki duyarlılığa dayanır.  

Ulusal bilinç (dil, tarih, teknik, toprak gibi tüm üretim güçleri bağlamında), çağımızda bir bakıma sınıf bilincinin toplumsal cephesidir. Aklın namusu, yurtseverlik, emek ve üretim güçleri arasında yığınların organize olmasını sağlayacak yeni güçlü bağlar ve bağlantılar mevcuttur. 21. Yüzyılın halkçı, ulusalcı, devrimci ve ülkücü kuşakları bu çağı bir bütün olarak bu perspektiften okumak zorundadır.

 

Kaynaklar:

1-Hilmi Ziya Ülken, Ahlak, Doğubatı Yayınları, 3.baskı 2016, s.118

2.A.g.e, s.119

3-Arif Tekin, Kuranın Tarihçesi ve Yazım Serüveni, Berfin Yayınları, 2017

4-Arnold Toynbee,  Tarih Açısından Din, Ufuk Yayınları, 2008, İstanbul, s.21

5- Hikmet Kıvılcımlı, Tarih, Devlet, Sosyalizm, Derleniş Yayınları, 1. baskı 1965, 2.Baskı                                           2006, İstanbul, s.24

6-Cazim Gürbüz, İslam’dan Deizme, Berfin Yayınları, 2017, İstanbul, s.87

 

CEMAL ÖZTÜRK

SOLİTİRAZ.COM

 

Facebook'ta Sol İtiraz