Solda Anjiyo ve Ameliyat -II / Cemal Öztürk
Bilgi Nedir?
Dış dünyadaki nesnelerin, olguların, olayların gerek fiziksel gerekse yapısal özelliklerinin özne tarafından kavranması, keşfedilmesi, var olan verilerden yola çıkarak zihinsel işlemlerle yeni tasarımların yapılması sonucunda ortaya çıkan bilinç ürünüdür. Matematiksel ve mantıksal yasalara dayanan bilgi asla kişisel kanılara (sana, bana, ona) göre değişmez.
Değer Nedir
Bir şeyin (bilgi, duygu, varlıklar) ihtiyacımıza cevap veren nitel durumudur.
Değerler, insanların mutlaka peşinden koştuğu şeylerdir. 1. Doğruluk ve gerçeklik (epistemolojik) 2. İyi ve kötü (etik) 3.Güzel ve çirkin (estetik) 4. Yararlı veya zararlı olma konusu ( Ekonomik değer). Bir bilgi, bir iyilik, bir güzellik, bir gerçeklik bilincimizde ancak anlam ertesinde değeri kavrandığı oranda aydınlanmamıza katkıda bulunur.
Evrende herhangi bir yargı bildiren bir önerme de bilgidir.
Ancak bu kurgusal da olabilir kılgısal da. Bizimle ilgisiz gibi duran her hangi bir bilgi veya eşya türünün, ona ne zaman ihtiyaç duysak birden değer kazandığını çoğumuz fark etmişidir.
Suyun kimyası ve fiziksel özellikleri çoğu insanı belki de hiç ilgilendirmez. Ne zaman ki arıtma cihazı biçiminde karşımıza çıksa işte bu kez ekonomik bir değer kazanır ister istemez. Çünkü su içmek herkes için zorunlu bir ihtiyaçtır.
Ve su yaşamak için gerekli dirimsel ve ekonomik bir değeri ifade eder. Bir üçgenin iç açıları toplamı 180º dir. Bu önerme sadece bir bilgidir. Ne zaman ki öğrenci sınıfını geçmek üzere onu öğrenmek zorunda kalsa veya mesleki olarak uygulaması gerekse bu kez bu bilgi değere dönüştü diyebiliriz.
O halde mikro ve makro düzeydeki evrenle ilgili tüm bilgiler epistemoloji (bilgi kuramı) ile ve insan için gerekli tüm maddi ve manevi konular da aksiyoloji (değer bilimi) konusu içinde yerini alır. Kant için insan aklının üç yetisi var 1-Tasavvur, 2-Arzu 3-His.
Nitekim Kant’ta üç tür aklın kritik etme biçimi vardır. Saf aklın eleştirisi bilgi kuramıyla, pratik aklın eleştirisi ahlak felsefesiyle, yargı gücünün eleştirisi de estetikle ilişkilidir. O halde etik ve estetik konular aksiyolojiktir. Hamilton’a göre insan bilinci birbirinden kesin sınırlarla ayrılan üç bölgeden ibarettir: Zihin, irade, duygululuk. Doğa bilimleri ise sadece doğrulanma ve yanlışlanma yönünden araştırma konusu olduğundan nesneldir. Oysa iyi ile kötü, güzel ile çirkin ise bir değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada önemli bir incelik daha vardır ki o da bilginin de öznenin ihtiyacına göre her an değere dönüşebileceği ihtimalidir. Bu durum daha çok inanç alanında kendini gösterir. Nitekim bilimselliğin ölçütü olan doğru ve yanlış, ahlak felsefesinde karşımıza çıktığında bu kez dürüstlük mertebesinde ilgilendirecektir bizi.
Uzun boylu akademik tartışmaların, bilgi kuramlarının halkın gözünde fazla bir değeri, önemi olmayabilir. Ne zaman ki kişinin yaşamında gerekli yerini alırsa o artık bir değerdir. Marks'ın akademik olarak kılı kırk yaran Kapital’i de böyledir. Ne sermayenin organik bileşimi, ne metaların tekrar paraya dönüşüm süreci bir işçinin manevi dünyasında yer almaz. Ne zaman ki siz emeğin ve alın terinin karşılığının hakkıyla verilmediğini söylerseniz bu yaklaşım ancak halka nüfuz edebilir. Zira halkın ahlakilik mantığında hırsızlık hem günah ve hukuki olarak da suçtur. Değer ile gerçeği de birbirinden ayırt etmek gerekirse şöyle örnek verilebilir. Hayat bir biyolojist için gerçek, fakat yaşayan için bir değerdir. Gerçeklikte öznenin görevi sadece objeyi tespit etmektir. Ben bu kalemi görüyorum cümlesinde gören ve görülen birbirinden bağımsızdır. Fakat ben bu kalemi istiyorum, beğeniyorum, alacağım denildiğinde bu bir eylemi ifade eder ki bu da bir değerdir. Birinci cümlede bir durum saptaması, ikinci cümlede bir eylem söz konusudur. İnsandaki her ihtiyaç bir arzuyu ve her arzu da bir bulunmayış haline yönelmemizi güdümler.
Bilgi teorisine göre, süje obje ile temas halindedir. Yani süje objeyi içkin olarak kavrar. Değer teorisindeyse süje objeden ayrılmıştır. Aşkın ve hazır olmayan obje ile süjenin arasına duyu verileri girmiştir. Duyu verileri, bilgi teorisinde algı ile kavranan şeyler, hayaller, kavramlar halinde bütün verilmiş evrendir. Oysa ki değerde ihtiyaç duyan süje, bulunmayan obje ile tamamlandığı için, her değer sürecinde süje ile bulunmayan obje arasında duyu verileri ve arzular bu objelerin tamamlayıcıları ve içerikleri görevini görürler.
Şu halde, her değerde üç farklı alan vardır (5) :
1-Aşkın, kendi başına nesne alanı ki ihtiyacın yöneldiği “bulunmayış”, kendisinden yoksun olduğumuz belirlenmemiş şeydir.
2-Bulunmayan nesneyi zaman içinde gerçekleştiren bilinç verileri, arzular, değerin içeriğini teşkil eder.
3-Ben, nesneye yönelen öznel güç alanıdır.
Değerler alanı duyulur âlemden duyulur olmayan âleme, gerçekten ideale yönelen bir eylem içinde gelişir. İnsan yaşamı, mümkün olanla imkânsız arasında sürekli gidip gelen bir gerilim halidir. Hepimiz sürekli olarak mümkün olanla imkânsız arasında bir imtihan halindeyizdir.
***
Jan Waclaw Makhaysvski’nin Aydınlar Sosyalizmi (3) adlı kitabını ilk çıktığında büyük bir merak, ilgi ve iştiyak içinde okumuştum. Sovyetlerin bürokratik akıbetini yetmiş yıl önceden isabetle öngörmüştür.
Her ne kadar kutsal kitaplardaki dogmalar eleştiri dışında tutulmak istense de Tanrıya inanmaktaki en büyük sorun " geri bildirim" mekanizmasının yokluğudur. Dinler bu bağlamda dipsiz birer kuyudur.
Ne var ki Marksizm’in yine de en olumlu yanı, teori ve pratiğin birliğine dayanmasıdır. Yani salt kurgusal bir kurama dayanmayıp kılgısal düzeyde deney ve gözleme açık olmasıdır. Salt bu cihetle Marksizm’in büyük bölümü (yanlış, yanılgı ve yanılsamaları sebebiyle) bu gün geri dönüşüm kutusuna atılmadan tarihsel dersler ışığında insanlığın sorun çözme arayışları yeniden gündeme oturamaz.
Günümüzde devam edecek sosyalizm arayışları geçmişteki tarihsel deneyim ve birikimlerin yanı sıra mutlaka ahlak felsefesi temeline de oturmalıdır. Mevcut kültürel hegemonya karşısında başka türlü halkın rızasını almak mümkün değildir.
Zaten dikkat ederseniz, kapitalist hegemonya halkın rızasını alırken bütün bir toplumun etik değer ve ekonomik yararı adına hareket ettiğini söylemesi boşuna değildir. Tamam, bunun büyük bir aldatmaca olduğunu söylemek mümkün ama asıl büyük çoğunluğu temsil eden yurtsever toplumcuların bu konuda daha tutarlı olması gerekmez mi? İkinci adım, ahlak felsefesi zamanla kendi hukukunu yaratmalıdır. (Aklın siyaset kılavuzu ne yazık ki Marks’ın “alt yapı ve üst yapı kurumu” diye kabataslak kavramları karşısında neredeyse uzun yıllardır bloke olmuş durumda.)
Kendisini kurtaramayan bir sınıfın insanlığı kurtarması düşünülemez. İnsanlığın kurtuluşu beklide karma sınıflara mensup seçkin, sağlam ve aklın namusunu kirletmeyen üyeler tarafından mümkündür ancak. Marksın uzun süre “bilimsel sosyalizm” varsayımıyla ütopik sosyalistlerin ülkücü boyutunu ve insancıl enerjisini soğurduğu kanısındayım.
Ütopik sosyalistlere iade-i-itibar şarttır. Çünkü insanlığın irfanını hala onlar temsil ediyorlar. Sokrat’tan, Platon’a Hallacı Mansur’dan Şeyh Bedrettin’e, evliyadan enbiyaya kadar sosyal adaleti ve kamusal iyiliği savunan kim varsa hepsini saygıyla selamlıyoruz.
Bu bağlamda ahlaki aklın yolu sosyalizmdir. Bir işçi, başka bir işçiye bir işveren de başka bir işverene salt kişisel çıkarları nedeniyle düşman olabiliyorsa eğer salt sınıf çıkarları temelinde insanlığın kurtuluşu imkânsızdır.
Aslında sosyalizm mutlak anlamda bilimsel de olamaz. Anca rasyonel olabilir. Çünkü isteklerimizin ve devletin yönetim biçimi salt ekonomik olmayıp aynı zamanda etik ve politik boyuttaki tercihlere bağlıdır. Bunu kim yapacak? Sadece şu ya da bu sınıf veya tabaka değil. İnsan olma yükümlülüğü ve sorumluluğunu taşıyan herkes. Salt sınıfsal çelişki ve sert çıkarlar ekseninde toplumsal geleceğin inşa edilmesi zor görünüyor.
Bu, adına sınıfsal mücadele (sendika ve ücret pazarlığı) denilen işler sadece gelip geçicidir. İnsanlığı kurtaracak olan salt şu ya da bu sınıftan ziyade insanlığın ortak iyiliği ve iradesidir. Platon boşuna söylemedi:
“Devleti mutlaka bilge ve erdemli insanlar yönetmelidir.” Marks bu bağlamda hem Aristoteles hem de Platon' ün gerisindedir. Çünkü insanlığın yarattığı irfan geleneği ona göre bir üst yapı kurumudur. Ve salt sınıfsal çıkarları yansıtır. Oysa bu zihniyette hem bazı temel doğrular hem de yanlışlar vardı. Asıl buradaki ikilemi aşmalıyız ki sosyalizm şu ya da bu sınıfın değil insanlığın ortak değeri olsun.
Örneğin “eline diline beline sahip ol” ahlaki buyruğu sadece bin sene önce için değil bin sene sonra için de geçerlidir.
Belki de Marks’ın en büyük yanılgısı ve güvendiği tek nokta; üretim araçlarının kamu mülkiyeti sayesinde bilimsel sosyalizmin kolayca uygulama imkânı bulabileceği varsayımıydı. O insan gerçeğini, doğasını ve aynı sınıfa mensup insanlar arasındaki çelişkileri göremedi mi acaba? Ya da insan unsurundan çok sadece “bilimsel sosyalizmin” temellerine mi güveniyordu?
Belki de insan doğasını dikkate alan bir evrim, felsefi antropoloji, sosyal psikoloji, moleküler biyoloji, genetik gibi birçok konuda, hem bilim hem de bilim felsefesi henüz yeterli bir olgunluğa erişememişti.
***
Devlet konusu mademki tarihsel bir ihtiyaçtan doğmuştur onun evrimi elbette ki başlı başına bir inceleme ve siyaset felsefesi konusudur. Platon’un düşüncesinin odak noktasını da siyaset felsefesi oluşturmaktaydı. Platon ( M. Ö. 427 - M. Ö. 347), toplumu bilgelerin yönetmesi gerektiğine inanmıştı. Aklın üstünlüğünü ve yönetimin akla ait olduğunu felsefi düzeyde kanıtlamaya çalışmıştır.
Afşar Timuçin, Platon’un yazdığı Devlet isimli eserin önsözünde şu önemli noktalara değinmiştir:
1-Platonun devlet anlayışı olsa olsa baskıcı devlet fikriyle uyuşur.
2-Bu devlet anlayışı, kesin bir biçimde baş eğme ahlakı üzerine temellenir. Özgürlüğü, doğruluğun ve bilgeliğin altına koyan platon, ahlaklı bireyi topluma sıkı sıkıya bağımlı kılarken onu sitenin hizmetçisi durumuna getirir.
3-Evet Platoncu ahlak bir toplumsallık ahlakıdır. Toplum yaşamının en önemli gerçeği, topluma adanmış birey gerçeğidir. Platonun tasarladığı devlet düzeninde her birey yükümlülükleriyle bireydir ve sınıfsal konumunun gerektirdiği etkinlikleri yerine getirdiği sürece insandır. Erdemli yaşamın temel ölçüsü, toplumsal uyumdur.
4-Bu ilk güçlü devlet tasarısı, herkese hak ettiği mutluluğun koşulunu zorunlu olarak toplumsallığa bağlamıştır. Toplum dışında mutluluk yoktur. Platonun devletinde bu mutluluğun koşulları için uzun uzadıya yapılan tartışmalardan çıkan sonuç, düzen ve adalet kavramlarının kaçınılmazlığıdır.
5-Platonun devletinde yöneticilerin bilge ve erdemli kişiler olması beklenir. Belki de gerçekçiliğin duyguculuğa doğru aşıldığı yer burasıdır.
6-Platonun bu tasarımının beklide en önemli yanı eğitimi en önemli toplumsal düzenleyici olarak görmesidir: Hemen o noktada filozofun ayakları yerden kesilir. Çocuğu ana babadan alır devlete verir. (7)
***
Platon, Aristoteles, İbni Haldun ve Machiavelhi’ye kadar devletin yönetimi daha çok mutlak monarşik bir özellikteyken ilk kez Thomas Hobbes (1588-1679)’ tan itibaren devletin kutsal bir alandan daha dünyevi ve beşeri bir alana doğru evrildiğini görmekteyiz.
“Hobbes’in ilk kez 1651 de yayınlanan Leviathan adlı eserinin iç kapak resmi, ülkenin ufkundan itibaren doğmakta olan, çok büyük boyutlardaki bir kralı temsil etmektedir. Yakından bakıldığında bu kralın birçok insandan meydana geldiği görülmektedir. Bir vatandaşlar topluluğunun simgesi (commonwealth) olan bu kralın bir elinde kılıç, diğer elinde bir meşale bulunmaktadır. Bu ilahi bir devleti temsil eden eski mısır Firavunların temsilinden çok farklıdır. Öncelikle, Hobbes’in Leviathan’ı bir yurttaşlar şirketinin, bu şirketin kurucularının karşılıklı anlaşmalarının sonucu ortaya çıkmıştır. Yani kökeni tanrısal değil, insanidir. Hobbes, Leviathan’ı toplumsal sözleşmenin ürünü olarak sunarken, siyaseti tanrı katından insan katına indirmekte ve Rönesans bireyselliğini ulusal bireysellik haline getirme konusunda bir adım daha atarak, klasik ulus devlet anlayışına yaklaşmaktadır. İkincisi Leviathan’nın elinde taşıdığı kılıç, bireyi toplumsal sözleşme yapmaya yönelten en temel ihtiyacının, yani güvenlik ihtiyacının garantisidir. Hobbesin ütopyasının atıf noktası olan doğal durum soyutlaması, bir cehennem tasvir etmek zorunda kalmıştır. Eşit, ama güvenlikten yoksun insanların ortamı, tek başına ve toplumdan yoksun insanların âlemi, “homo homini lupus”. (insan insanın kurdudur)” (8) “Bütün bir ülkeyi yönetecek olan kişi, kendini tanımalıdır; şu veya bu insanı değil, bütün insanlığı tanımalıdır” (9)
***
İnsan, yabanıl yaşamdan uygarlığa geçerken önce ilkel doğal akrabalık sisteminden (aile), klan, kabile aşiret yapılarından geçerek en son ulusal devlet formuna ulaşmıştır. Toplumsal bir var oluş formu olan devlet de üretim güçlerinin gelişimine uygun bir seyir izlemiştir. İnsan türü biyolojik yönden diğer canlılara göre daha zayıf ve savunmasızdır ancak onu güçlü kılan biricik organı beyinsel gelişim ve alet üretme yeteneğidir. Tarihte bütün toplumsal var oluş biçimleri belli bir savunma ve güvenlik teknolojilerine göre olmuştur.
Taş baltadan, ok, yay ve kılcın kullanılmasına, tüfek ve tabancadan sonra nükleer ve biyolojik silahlara kadar gerek toplumun güvenlik ve savunma kaygısı gerekse ekonominin yeniden üretilmesinde ilkselden başlayarak daha yetkin olan toplumsal örgütlenme biçimleri (devlet formları) kaçınılmaz olmuştur. Bu katı gerçeğe rağmen Bakunin gibi anarşizmin önde gelen kimi savunucuları; sınırların olmadığı sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum ülküsü adına devlete karşı çıkmayı bir marifet sandı.
Aynı ideale bağlı Marksın devlete bakışı ise kaçınılmaz bir proletarya diktatörlüğü altında, aşamalı olarak komünist bir topluma geçildiğinde devletin zamanla sönümleneceği öngörüsüdür. Bu faraziye ne yazık ki hala tartışmalı bir istekten öteye gidemiyor. Uygar yaşamın hem teknolojik hem de bir güvenlik sorunu üzerine inşa edilmiş olmasından dolayı devlet formunun bir kamu işletmesi olarak iyileştirilmesi ancak adalet ilkesi ve hukuk normları üzerinden mümkün olabilir.
Dikkat edin soya dayalı saltanatın yerine yurttaşlık hukukundan bahsediyoruz. Bunun dışında, piyasa ve planlı ekonomi arasında eşgüdüm sağlanarak üretimde verimlilik sağlanabilir. Kamusal denetime açık bir devlet, topladığı gelir ve vergi kaynaklarını yerinde kullanabilir. Bunun için kamusal üst iradenin ve kamuoyunun belirlenmesi birincil etkendir. Yoksa devletin tamamen ortadan kaldırılması düşünülemez. Çok uzak bir gelecekte insanlığın nereye doğru evrileceğini bilmediğimiz sürece bu tespit doğrudur.
***
Marksçı terminolojideki dalgalanmadan bahseden Andre Gorz, birçok üretim tarzının bir arada bulunduğu bir evreden geçtiğimizi söylüyor. Genel olarak günümüzü anlatmak için “bilgi sermaye”, “bilişsel kapitalizm”, bilgi toplumu” gibi terimler kullanılmaktadır.
Nitekim Marks’ın Grundrisse isimli eserinde ölçülebilir ve nicelendirilebilir “dolaysız biçimi içindeki emek” in “temel üretici güç” olmaktan çıkarak yerini bilginin temel zenginlik kaynağı olacağı öngörüsüne de değinir. Bilgi çağında daha çok bilimsel ve teknolojik gelişmenin ekonominin motoru ve bunun da bir çeşit “maddesiz ekonomi” olduğunu söyler. ( 10 )
Bilginin maddesiz sermayeye dönüşümünden sonra kârların önemli kısmı metanın maddesiz boyutu sayesinde gerçekleşir. Mesela Nike’ın ne tesisi, ne makineleri vardır: Onun faaliyeti tasarlama ve tasarımla sınırlıdır. İmalat, dağıtım, pazarlama ve reklam alanıysa taşeron firmalara emanet edilir(11).
Maddi sermaye, ana firmanın taşeronluğunu yapan “partnerlere” terk edilmiştir. Ana firma da onlar karşısında efendi rolünü üstlenir: Sözleşme sürelerinde sürekli revizyona giderek, el emeği sömürüsünü sürekli yaygınlaştırmaya zorlar onları. Taşeronların teslim ettiği ürünleri çok düşük fiyata satın alır ve onları kendi markası altında satarak çok yüksek kazançlar elde eder. (age. S 38)
Emek ve sabit maddi sermaye değer yitirmiştir ve genellikle borsa tarafından görmezden gelinir; maddesiz sermaye (insan sermayesi= bilgi, zekâ ve tasarım) ise ölçülebilir tabanı olmayan bir rayiçte değer kazanmaktadır. Bu etütten sonra şöyle bir şu çıkarsamayı yapmaya kim itiraz edebilir? O halde emeğin kendisi de basit emek ve “zekâ sermayesi” olarak giderek ayrıştığı için burada Marksist terminolojiye göre yeni bir sınıfsal çelişki olarak çıkmıştır karşımıza! Tıpkı sermayenin de kendi içinde yeni çelişkiler üretmesi gibi farklı toplumsal katmanlarda her zaman çelişik durumlarla karşılaşmamız olasıdır. (Sadece ekonomik çıkar çatışmaları mı belirleyicidir insan türü için? Düşünsel, estetik, ahlaki ve ereksel çelişkiler de insanların kendi aralarında ayrışmasına yol açmaz mı?) “Entelektüel mülkiyetin” bilgi tekelini elinde tutan firmalar, ayrıca bilginin değeri üzerinde belirleyici olma yetkisine de sahiptir.
Görünen o ki, çalışmak, kendini üretmektir ve değer yaratmanın merkezi de maddesiz emektedir. Aslında insanlığın ortak bilgi birikimi ve zihinsel enerjisi olan bilimin kamulaştırılması mı yaratıcı motivasyonu sağlar yoksa rekabet halindeki bireylerin şirketlerin elinde kalması mı? Bu sorun, asıl üzerinde düşünülmesi gerekli işin püf noktası değil midir?
Üretimin sağlanmasından sonra paylaşımın, dayanışmanın ve sosyal adaletin sağlanması konusu da isteklerimizin ve devletin yönetim biçimine bağlıdır. Burada kamusal üst iradenin oluşturulması da ulusal egemenliğin gerçekten tecelli etmesi sorunudur. Bunun için de felsefesiz kâfirlerle mücadele edecek ve hakikat saygısını gözetecek erdemli bir yaşam tarzını istemeliyiz öncelikle.
Kaynaklar:
2-Yalçın Küçük, ( 22-03-2013 Aydınlık Gazetesi. syf.2) Primitif Akümülasyon (İlk ya da İlkel birikim) üzerine.
3- Jan Waclaw Makhayvski, Aydınlar Sosyalizmi, İhya Kahraman Ayrıntı yayınları, 2016
4-Kaan Arslanoğlu, Evrimci Açıdan Din, Psikoloji, Siyaset, İthaki Yayınları-2016
5-Hilmi Ziya Ülken, Bilgi Ve Değer, Doğubatı Yayınları, Mart 2016, syf, 192-193 ve 215
6-Troçki İstanbul'da, Ömer sami Coşar,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010
7- Platon,Devlet,Çeviren:Gülnara ahmedova,Altın Kitaplar Yayınevi,2008, (syf.7-8)
8-Leviathan, Thomas Hobbes, Çeviren semih Lim, YKY 1. Baskı 1993 9.baskı 2011,( syf.11)
9-a.g.e, syf 19
10-( André Gorz, Maddesiz, Bilgi, Değer ve Sermaye, Çeviren:Işık Ergüden,Ayrıntı yayınları, 2011 ( s.12 )
11-a.g.e, syf 37
12-a.g.e, Syf 38
Cemal Öztürk
SLİTİRAZ.COM