Ulusal Devrimlerin Teleolojisi / Cemal Öztürk
“Geleceğimizde saklı olan en büyük tehlike,
kitlelerin diktatörlüğü üzerine kurulmuş bulunan sözde demokrasidir.” (Proudhon) (1)
Bütün 20. yüzyıl, “Önümüzdeki program sosyalist mi olmalı, yoksa ulusal demokratik devrim mi?” tartışmalarıyla geçti.
Pekiyi, hiç sorduk mu sınıfsal ittifakları motive eden etkenler nelerdir? İnsanların dinsel tutum, ulusal duygu ve ahlaki eğilimleri gerçekten sınıfsal çıkarlarının dışında kalabilir mi? Örgütlenme yönteminde; belirleyici olan, öncülerin bireysel otoritesi midir, kişilik midir, yoksa salt öğretisel düşünceler midir? Kişilik, benlik, karakter, bilinç düzeyi, öğreti ve örgütlenme yöntemi birbirinden bıçakla kesilmiş gibi ayrılabilir mi?
Böylesine olasılıkçı (bulanık) bir mantıkla bir soruyu sormak “bilimsel sosyalizm” yazarlarının aklına bile gelmemiş. Bu tür soruları sormak, biraz da alışılagelen kuramsal bilgiye aykırı olduğundan kimi insanlar hemen sizi ‘küçük burjuva’ olmakla suçlayabilirdi. Sanki küçük burjuvaya mensup olmak, antropolojik yönden sakıncalı bir şeymiş gibi. Birilerini günah keçisi ilan edecekseniz önce ona ‘küçük burjuva ‘ etiketi yapıştırarak ötekileştirmeniz gerekirdi. Marksist jargonda, bir küçük burjuva, doktora gittiğinde neredeyse ona ayrı bir teşhis ve tedavi programı uygulansa daha mı iyi olurdu yoksa.
Takdiri ilahiye bakınız ki kafalar bu denli karışıkken bütün devrimlerin öncü kadroları da yine bu tabakadan çıkmış.
Sözü uzatmadan meramımı dışa vuracak olursam: Marksın kuramsal beklenti ve öngörülerinin aksine, çağımız ulusal demokratik devrimler (MDD) çağıdır. (Çünkü emperyalist aşamayı öngörmemişlerdi.) Sovyet, Türk, Çin ve Küba devrimi mesela, bu kavramsal çerçeve içinde yer alır. Bu ülkelerin hepsinde geniş emekçi kesimleri örgütleyen öncü kesim zaten hep küçük burjuva kökenli aydınlardır (asker, bürokrat, hekim, mühendis vb.)
Bir din nasıl teolojisi üzerinden değerlendiriliyorsa, ulusal bir devrimi de onun teleolojisi üzerinden değerlendirmekte yarar var. Ulusal bir devrimin topluma kazandırdığı ereksel değerleri ve davası nedir acaba?
Görünen o ki, tüm ulusal demokratik devrimler, özünde Fransız devriminin teleolojisine dayanır. Sosyalist devrim analojisi de yine Fransız devrimine dayanmaktadır. Sınıf edebiyatı yapmaktan çok, geniş halk yığınlarına ulaşabiliyorsanız sorun yok. Ancak Anadolu coğrafyasında genel insanlık değerlerine başvurmadan salt sınıfsal kategoriler üzerinden hedef kitleye ulaşmak mümkün gözükmüyor. Zaten aynı sınıfa mensup insanlar arasında dahi kişisel çıkar çatışmaları hiç bitmek bilmiyor. Oysa adalet dediğiniz zaman, hem köylü, hem küçük burjuva, hem de büyük burjuva için de lazım olan bir kavramdan bahsetmiş olursunuz. Solun bu bağlamda ahlaki kök değerleri, özellikle dinsel alanı, hâkim sınıfların eline bir biyolojik silah olarak terk ettiği kanısındayım. Şüphesiz ki dinin bir hurafeler divanı, bir de hep geleceğe ertelenmiş Hak ve Hakikat Duruşmaları bölümü var.
Sınıf edebiyatı yapmaktan çok, asıl olan üretim ve tüketim ilişkilerinde insanın ne kadar özgür olabildiği esas değil midir? İktidarların el değiştirmesi, çok büyük iddialara dayansa da, sonuçta varılan düzeye bakmamız lazım. Unutulmasın ki dogmatizm, fanatizm ve fetişizm sürekli yeniden üretilir. Aklı ve vicdanı hür insanlar arasındaki sevgi ve gönül bağları veya ontolojik bağlanmaları ile bağnazlık arasındaki ayrımı da iyi yapmak zorundayız. İnsanların şartlandırılıp hipnotize edilmesine dayanan bir bağnazlık zihinsel tutsaklığın özel bir biçimidir. Bağnazlık, tipik bir köleliktir.
EMEVİ DÖNEMİNİN SORGULANMASI
Emevi maneviyatı dinde nefsani eklemelerin ya da eksiltmelerin mirasıdır. Hz. Muhammed’in vefatından sonra, yoğun iktidar çekişmeleri içinde geçen dört halife devri, 30 yıl sürmüştür. Dört halifeden üçünün bizzat katledilmiş olması bile, bu coğrafyada süren siyasal çatışmaların şiddeti hakkında düşündürücü ipuçları vermektedir bize.
“Daha İslam’ın ilk yüzyılında Müslümanlar arasında çıkan iç savaşlarda binlerce kişi hayatını kaybetmiştir. Sadece Ali-Muaviye savaşlarında ölenlerin sayısı yüz bini bulmaktadır. İslam dünyası daha ilk yüzyılda karşılaştığı bu fitneyle baş edememiş, kriz fırsata dönüştürülememiştir.” (2)
İhsan Eliaçık, Demokratik Özgürlükçü İslam adlı kitabında, krizin siyasal köklerini irdelerken Kuran’dan insanlara tavsiye edilen beş temel değere öncelikle dikkatimizi çeker. Sonra da bu değerler, yeterince anlaşılıp içselleştirilmediği için şu tespitleri yapar:
1-Adalet Devleti: Muvaye başlıca beş noktada adalet devletini, saltanat devletine veya oligarşik bir dini diktatörlüğe dönüştürmüştür. Her şeyden önce “adalet” kaybolmuştur. Oysa Medine Sözleşmesi’nde temeli atılan adalet devletin temel siyasi belgesinde adı en çok geçen bir kelimedir. Medine devleti “adalet” kavramı üzerine bina edilmişti.
2- “Emanet” ölçütü zedelenmiştir. Mülk ve devlet halkın veya ümmettin bir emaneti olarak görüleceği yerde, Allahın Ümeyyeoğulları’na bir hibesi ve bağışı olarak görülmüş, hatta bunun ezelde takdir edildiği, bu kaderden kaçınılamayacağı savunulmuştur. Kader inancı, siyasi doktrin haline getirilmiştir. İktidarın, ümmetin (halkın) emaneti değil, hanedana bir tanrının bağışı olarak görülmesi sonraki yılların sultanlarının çok işine yaramıştır.
1876 tarihli Osmanlı Kanuni Esasi’deki şu maddelerin bu anlayışı anayasal kurum haline getirdiğini görüyoruz. “Yüce Osmanlı saltanatı, büyük İslam hilafetine haiz olarak eskiden beri geldiği şekliyle sülale-i –Al-i- Osmanlı’dan en büyük evlada aittir.”(madde 3). “Padişah hazretlerinin mübarek kişiliği (nefsi hümayun) mukaddes ve gayrı mesuldür “(madde 4). Esas itibarıyla bu anlayışın eski dünyanın tanrı-devlet genlerinden geçtiği apaçık ortadır.
3- İş başına gelenlerde aranması gereken “Ehliyet” ölçütü toprağa gömülmüştür. Sırf kendi kabilesinden olanlara öncelik verilerek partizanlık yapılmış, devlet Ümeyye kadrolarıyla doldurulmuştur. (3)
4-Muaviye, oğlu yezidi veliaht tayin ederek Araplar arasında bile görülmemiş bir uygulama getirmiş, ”meşveret” ölçütü ayaklar altına alınmıştır. Suriye’de devraldığı Bizans genlerini içselleştirmiştir. Tüm İslam tarihi boyunca bu Bizantist genler tevarüs etmiştir. Hz. Ömer’in meşveret girişimi Bizans ve Sasani etkisiyle inkişaf edememiştir. Meşveret saltanata yenilmiştir.
5- ”Maslahat”, yani iyilik için çalışma, kötülüklerle mücadele ölçütü terk edilmiş, devletin manevi temeli, ganimetçiliğe kaydırılmıştır.
Bizans’ı Suriye’den devralmaya başlayan Muaviye, iç savaştan galip çıktıktan sonra, krizi temellendirmeye yönelmiştir. Muaviye tarafından temelleri atılan Sünni saltanat ideolojisi, dışı Müslüman içi Bizans - Sasani karakteri ile dolu bir dizi askeri tarım imparatorluğuna davetiye çıkarmıştır; Emevier, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar bu karakterin devamından başka bir şey değildir.
Muhaviye ile başlayan Emevi darbesinin Müslüman bilinçteki travması, dışarıdan alınan darbelerle değil bir “iç kanama” sonucu açılmış derin bir yaradır. Emevi darbesinin bu dâhili yara üzerine inşa ettiği süreç, sonraki tüm asırları etkisi altına almıştır. Bir iktidar, bir de muhalefet akımı oluşmuştur. Biz bunlara “Sünni saltanat ideolojisi” ile “Şii imamet mitolojisi” diyoruz. Siyasi kriz bu iki ana akım üzerine bina edilmiş bunun dışında üçüncü bir yol üretilememiştir. (4)
KRİZİN FELSEFİ KÖKLERİ
Peygamberlik kemale eriştiği için kendi kendini ortadan kaldırmıştı. Çünkü peygamber gelinceye kadar eski dünyanın insanları kurtarıcı beklentisi içindeydiler. Ancak bu beklentiler ilelebet süremezdi. Bir yerde bitmeli ve insanlar kendi “akıllarıyla baş başa kalmalıydılar. Böylece Allahtan haber bekleme dönemi bittiği için insanlar kendi tecrübi akıllarıyla başlarının çarelerine bakacaklar, alemi doğrudan akıl ve tecrübeyle anlama yolu açılmış olacaktı... Bu insan şuurunun tekamül sürecinde yeni bir vetiredir. Peygamberlik sona ermeliydi ki artık insanlar “tecrübi akıl” dışında gelecek haberleri bekleyip durmasınlar ve âlemi tecrübi akılla anlamanın dışında bir yol kalmasın.
Fakat peygamberliğin sona ermesi, manevi tecrübe yolunun büsbütün kapandığı anlamına da gelmemektedir. Artık manevi tecrübeler birer kişisel manevi vizyon olarak devam edecek, sezgi ve hissediş olarak kalacaktır. (5)
AYDINLANMA AHLAKININ KÖK DEĞERLERİ
Fransız Devriminde kitlelerin psikolojisine yön veren başlıca dört kök değerden bahsedebiliriz:
1-Ulusal bağımsızlık iradesi ve egemenliğin korunması birbirine bağlıdır.
2-Eleştirel akıl ve vicdani Özgürlük sayesinde, öncelikle insanda yetenek, kişilik gelişimi ve buna bağlı olarak da gerçeklik saygısının kendiliğinden doğacağı umulur. Baskıya değil, içtenliğe ve sorgulamaya dayanan ilişkiler kişide gönüllü bir sorumluluk duygusunu üstlenmeye yol açacaktır.
3-Eşitlik, kardeşlik zemini üzerende ancak sevgi, dostluk ve içten ilişkiler kurabiliriz. Aristoteles’in de “Nikosmakos’a Etik” te belirttiği gibi sadece “eşit ilişkilerde dostluk ortaya çıkabilirdi”. Ast ve üst otoritelerindeki bağlar bunun dışında kalan üretim ilişkilerinin zorunlu bir sonucudur. Bireysel özgürlük, fırsat eşitliği ve güvenliğin temeli kuşkusuz ki kamu mülkiyetidir. Herkesin bir birinin ömrünü yediği üretimi anarşik, yönetimi oligarşik bir tüketim toplumuna bu gün kapitalizm denir.
*
Aydınlanma ahlakı- kök değerlerinin korunması, geliştirilmesi için de aklın ve sevginin siyaset kılavuzuna ihtiyacımız vardır. Aklın ve sevginin siyaset kılavuzuna uygun olan her yetki ve yetenek, üzerimizde doğal bir yetkeye (otoriteye) ve etkiye sahiptir. Bu doğrultuda akıl ve gönül sahibi insanların toplumdaki otoritesi de karizmatiktir. Bu karizma kaynağını ontolojik otoriteye uyum sağlamaktan ve özgüven duymaktan alır. Hz. İsa, Hz. Muhammed, Yunus Emre, Mevlana veya Mustafa Kemal’e olan sevgi ve saygımız bu kategoriye girer. Bunun dışındaki tüm otorite biçimleri (tiranlık, krallık, padişahlık, sultanlık, soy sop bağı, ağalık, beylik, kölelik, cariyelik, ücretli kölelik, ruhbanlık, vb.) tamamen güç ve güçsüzlükten ileri gelir. Bu ilişkiler yapaydır. Güç kontrolü, ortadan kalktığı an, kopuş kaçınılmazdır. Bu perspektiften baktığımızda aydınlanma ahlakının öncüleri ile peygamberler arasında az çok ahlaki bir benzerlik görmekteyiz. Örneğin “hâkimiyet milletindir” ilkesi şura ve meşveret yönteminin ulusal yönetimdeki bir çeşit açılımıdır. Fırsat eşitliği yine adalet ilkesinin bir türevidir. Ulusal devrimlerin getirdiği aklın ve vicdanın özgürleşmesi, dayanışma, yardımlaşma ve tüm insanların kardeşliği de yine teolojik değerlerle asla çatışmaz. Aksine onun bir gereğidir. Aksi halde toplumda; paraya, partiye, patrona mutlak bir itaat, kula kulluk, köleliğin, zorbalığın hâkimiyeti kaçınılmazdır.
KARŞI DEVRİMİN SOSYAL PSİKOLOJİSİ
Sınıflar tarihinin en köklü yönetim biçimi kuşkusuz ki tanrı kralların (firavunların) saltanatı ve despotizmidir. Bu köklü geleneğe lojistik destek veren Karun (zengin, kodaman, iş ve para babası) ve Hâman (ruhban ) sınıfının savunduğu gibi saltanat, asla tanrının bir buyruğu değildir. Daha çok, Tanrı adına güç kullanarak elde edilmiş bir yetkidir. Nitekim Yaşar Nuri Öztürk, Kuran’da; Firavun, Karun ve Hâman (ruhban) arasındaki işbirliğinin lanetlediğini söylemektedir. Üstelik üçünün bir arada lanetlenmesini de çok çarpıcı ve anlamlı değil mi?
“Karun’u, Firavun’u, Hâman’ı da öyle yaptık. Yemin olsun, Musa onlara açık seçik kanıtlarla geldiği halde, yeryüzünde büyüklük tasladılar. Ama öne geçemezlerdi. Her birini kendi günahı ile yakaladık.(Ankebut, 39-40)” (6)
HÂMAN
Hâman sözcüğü, eski Mısır’da din adamlarının unvanı olarak kullanılmıştır. Amon-Ra’nın hizmetkârı anlamında Ha-mon’un Arapçalaşmış şeklidir. Firavun da ‘Ra’nın oğlu’ veya ‘Ra’nın bedenlenmiş hali ‘ (yürüyen Ra!) anlamında eski Mısır krallarının unvanı idi. Hâman, hem din gücünü hem de bürokratik bilgi gücünü temsil eden bir tip olarak dikkat çekiyor. (7)
FİRAVUN NEYİN TEMSİLCİSİDİR?
Geleneksel anlayış, özellikle Emevici zihniyet, firavunu dinsizliğin temsilcileri olarak değerlendirmiş, öyle tanıtmıştır. Bu tanıtım esas alındığında, firavuncu olmamak için dine, peygamberlere inanmak yeterlidir.
Bir defa firavun dinsiz değildir. Musa’nın onunla savaşı da dinsizlik yüzünden değildir. Tanrısal vahiy ve peygamberlerin kavgası salt zulme karşıdır.
Yaşar Nuri Öztürk’e göre Kuran için tek düşman zulümdür:
“ Zalimlerden başkasına düşmanlık yapılmayacaktır” (Bakara, 193).
Kuranın şirkle kavgası, şirkin din olması yüzünden değil, zulüm oluşu yüzündendir. Çünkü “Şirk büyük bir zulümdür” (Lukman,13)
“Firavun dedi: ‘ Demek ben size izin vermeden ona inandınız ha!” (Araf, 123).
İşte bu beyine ‘totaliterizmin tanımı’ gibidir (8).
O halde teolojik açıdan eksiği olmayan fakat zulme bulaşan bir dinci zihniyetle de mücadele gerekir.
Maun suresi, bize gösteriyor ki bir zihniyet namazlı-niyazlı olduğu halde melun ve zalim olabilir.
Nitekim firavun, halkı doğru yola iletenin kendisi olduğu inancındadır.
“Ben size kendi fikrimden başkasını göstermem. Ve sizi aydınlık/doğruluk yolundan başkasına da kılavuzlamam.” (mümin, 29) (9). Firavun dinlerinin ortak-belirgin niteliği, şirktir (10). Şirk dinine mensup firavun, bu dinin ilahlarından biri olduğunu söylerken, mala, mülke, saltanata dayanıyordu. Mısırın mülk ve yönetimini kendisinin malı bilen firavunla, imparatorluğun topraklarını kendi mülkü ‘ memalik-i şahanesi’ bilen filan kralın veya falan padişahın marka ve kıyafetten başka ne gibi farkları olabilir? “Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: ‘Ey toplumum! Mısırın mülk ve yönetimi benim değil mi? işte şu nehirler benim altımdan akıyor. ” (zühruf, 51) (11).
*
Asırlar boyu alışılageldiği üzere hilafet ve saltanatın sanki dinin bir emri imiş gibi topluma telkin edildiğini hepimiz öğrendik artık. Firavun-Karun ve Ruhban işbirliği temelindeki eski rejimi savunan karşı devrimin sosyal psikolojisine yön veren kök değerler ise şunlardır:
1-Sömürgecilik, ganimet elde etmek için insan onurunun yerlerde süründürülmesi ve kişiliğin teslim alınmasıdır.
2- Tutsaklık ve kölelik, efendiye itaat ve hizmetçiliğin sürdürülmesidir.
3- Ayrıcalık, baskı ve düşmanlığa dayanan sahte ve güven vermeyen sevgisiz ilişkiler normal kabul edilir. Şimdiye kadar görüldüğü gibi dinler tarihinden devrimler tarihine kısa bir yolculuk yaptık. Buradan çıkaracağımız dersler, İhsan Eliaçık hocanın da belirttiği gibi 1.Adalet, 2.Emanet, 3.Ehliyet, 4-meşveret, 5.Meşveret ilkeleri gereği cumhuriyetin kuruluşu ve kazanımlarını Hak ve hakikat saygısı olan her yurttaşın savunması gereklidir. Siyasal İslamcıların ta Emevi döneminden başlayarak monarşik diktatörlükleri savunması hem ahlaki aklın, hem sevginin siyaset kılavuzuna aykırıdır.
*
Adalet gökten yere inmedikçe yani hukuk ve ahlak olarak bir toplumun yaşam tarzında, eylemlerinde somut olarak ortaya çıkmadıkça, soyut bir tanrıyı yüceltmenin hiçbir yaşamsal karşılığı ve değeri yoktur. Çünkü Tanrı ancak ahlakımızı temellendirdikçe “anlam sağlığına” kavuşur.
*
Ahlaki akıl ve hukukun asıl işlevi, bizzat hakları çiğnenmiş insanları korumaktır. Oysa teokratik yönetimler, daha çok soyut bir tanrıyı, üstelik aciz kulları karşısında korumayı marifet sayan polisiye bir eğilimi temsil eder. Ruban sınıfı; bir yandan maneviyat dükkânının işletme hakkını elinde bulundururken öbür yandan, halkın ne sağlığını düşünür, ne de aklın namusunu. Tanrı madem insanı kendi ruhundan yaratmış ise ruhban sınıfına ne gerek var!
Kaynaklar:
1.Yaşar Nuri Öztürk, Firavun, Çağdaş Firavunları Tanıma Kılavuzu, Yeni Boyut Yay, 2015 (s.107)
2.İhsan Eli Açık, Demokratik Özgürlükçü İslam, Tekin Yayınları, 2014, (s.47)
3.Age. (s.49)
4. age (s.50)
5. age, (s.51)
6.Yaşar Nuri Öztürk, Firavun, Çağdaş Firavunları Tanıma Kılavuzu, Yeni Boyut Yay, (s.48)
7. age (s.47)
8.age s.57
9.age., s 58
10. age., s.59-60
C e m a l Ö z t ü r k
SOLİTİRAZ.COM