“Yazı”nın Yazısı / Durmuş Tiryaki
Hoca (Yalçın Küçük) ’80 öncesinde “Edebiyat Cephesi” dergisinde F. M. Dostoyevski’nin eseri İNSANCIKLAR’ı yazmıştı, sonra “Edebiyat ve Bilim” (Tekin Y. 1984) kitabında yayımlandı. Bu yazı (Kolay Okuyucu Aşmak Ya Da Aydıncıklar) , “Yeni Gelen: RedKurguÜtopya” Dergisinin Mart sayısında tekrar yayımlanmış, okuyunca duygulandım.
Önce Hoca’nın özeti ile aktarıyorum: Varenka, Makar’ı büyük bir duyarlılıkla seviyor ama kendisini büyük bir kararlılıkla isteyen ve de sermayesi olan Bikov ile evleniyor.
Bir kadın iki erkek. Bir tür aşk üçgeni. Varenka’ya rağmen Bikov kazanıyor. Çünkü Makar için önemli olan aşk. Birleşme değil, iktidarını gösterme değil; aşkında şiddet, ilgisinde tenkit yok. Muhatabına öyle bir içtenlik ve yetkinlikle yaklaşacaksın ki eleştirirken benimsetecek ve aşacak, aşarken yeniyi inşa etme dinamizmi aşılayacaksın. Bunu anlamayanlara hüsran düşüyor. Ve Veranka duygusuz kadınlarla, cahil, sarhoş heriflerin yaşadığı steplere gidiyor. Makar hala ve sadece arabanın tekerlerinin altına kendisini atmayı düşünüyor.
Hoca buradan “Aydıncıklar” kavramlaştırmasına ulaşıyor. Aydıncık, ahmak ve tembel. Eylemsiz erdem, erdemsiz düşünce tutkunu. Aydıncık, korsan ve tüccar. İlkel birikime mahkum: Satmak için el koymak zorunda. El koyma, mülkiyetin ilk şekli. Aydıncık, fetişist. Tek yollu çözümlerin esiri. Ya yaşasın işçi sınıfımız diye haykırıyor, ya ak güvercin uçuruyor, ya da daha çok ölüm kusuyor. Aydıncık, araç-amaç diyalektiğinin bilincinden yoksun. Aynı ilkenin girift iki unsurunu birbirinden kopuk düşlüyor. Aydıncık her şeyi biliyor, bildiklerini içselleştiremiyor; adeta bilgi spekülatörü. “Ak güvercin” derken, solculuk adına halen iktidar müptelası AKP’den çok bir muhalefet bileşeni olan CHP’nin hedef tahtası yapılmasını ya da AKP’nin yenilmez bir güç gibi sunulmasının pek sağlıklı bulmadığımı belirtmeden geçmemeliyim.
İnsanoğlunun belki dramatik tarihi bu: İnsanoğlu ilk sanat eserinin altında da eziliyor. Soyutlama ve imajlarla ifade etme anlamında ilk sanat eserlerinden birisi “Tanrı” oluyor. Tanrı tasavvuru insanoğlunun zihinsel etkinliğinin bir sıçramasıdır. Doğanın gücü, gizi karşısında aczine, korkularına, gelecek tahayyülüne sığınak arıyor. Kendine özgü olanlardan daha güzel, daha mükemmel, daha değerli olanı ararken Tanrı’yı buluyor. Tanrı(lar)-Tanrıça(lar) ilahi dinlerden önce var. Bir bakıma kendi varlığının cenderesinden kurtularak akıl yoluyla diğer varlıklardan ayrılışının, evrene, doğaya daha yüksek bir noktadan bakışının, insanileşme sürecinin, ideal bir toplumsal yaşam tarifinin kökenindeki tasavvur Tanrı. Nihayetinde mülkiyet ve yönetim ilişkilerine paralel, tüm iyiliklerin ve güzelliklerin tek kaynağı Tanrı teolojisi giderek yeryüzü egemenliğinin dayanağı yapılıyor. Kolektif olarak ve büyük bir estetik eylem olarak Tanrı’yı yaratan insanoğlu, bir süre sonra kendi elleriyle yarattığı Tanrı karşısında eziliyor. Tanrı’da sembolize ettiği sıfatlara ulaşmak yerine dünyevi çıkarlara alet ettiği Tanrı’yı, insanoğlu hemcinslerini ezmek için kullanır oluyor. Aşka tanrı gibi bakan Makar, insan olmaktan çıkıyor. Pratik sever, ün sever, destek sever aydıncık’ın öncülü aşk sever insancık. Peki, insanı kim yarattı sorusu ayrı; varoluşsal kabulden hareket ediyoruz, şimdilik.
Yeni Gelen’in aynı sayısında A. Timuçin’in yazısından yararlanarak devam ediyorum. Toplumsal yaşamın sürükleyiciliğine ve çürüklüğüne karşı nasıl bir direnç ve tepki geliştirilsin ki insan ayakta kalabilsin? Salt topluma benzeyerek, bilgi kuşanarak, birkaç iyi insanın tüm kötülüklere ve kötülere karşı savaşıyla başarılı olunur mu? Toplum dışı tutumların, genel ölçülerin dışına çıkan aykırı yaklaşımların olmadığı, yani uç insanların olmadığı yerde insanlık ilerler mi?
Cevaplar sorularda saklı. Toplumsal ve tarihsel bağlardan muaf, siyasal etkilerden bağışık hiçbir bilgi dönüştürücü olamaz. Bilgi, maddesini toplumda, doğada bulur. Erdem ve eylemle bütünleşik bir bilgi kuvvettir. Tıpkı hazlardan uzak durulamayacağı gibi bilgiden de uzak durulamaz. Hazlara yenik düşmek ile bilgiyi özne yapmak, erdem ve eylem kaçkınlığıdır. Gerek erdem, gerek ahlak yaşamın içinde yüreklice eylemlerle biçimlenir; erdemde de, ahlakta da güvenli bir yolun izini sürerek yaratıcı bilgiye ulaşılamaz. Öyle olsaydı, dünyanın döndüğünü öğrenebilir miydik?
Sanat soyutlama ise eğer, örneğin resim bir sanattır. En net tablo görselliği dahi sırlıdır. Tablonun çok oylumlu, konsantre karakteri bir yaratıcılıktır. Yaratım hiyerarşisinde müzikten sonra gelen sanattır resim. Dili renklerdir. Resim tekniği açısından bir tablo eleştirilebilir; ışığı iyi kullanmamış, perspektifi yok, ahenksizlik var, vs. gibi… Ancak teması açısından eleştirilmesi talidir; beğenilir veya beğenilmez. Bu da özneldir. Mesajı ise algılayana göre değişir. Herkesin zihin ve duygu prizmasında aynı hoş yansımalar, sıcak titreşimler uyanmayabilir. Bir tablonun derinliği, çekiciliği, estetik formlar içinde sunduğu algı zenginliğinde yatar. İmgelerle anlatım, sanatın bir buluşu olmasa idi, Guernica ne anlatmış olabilirdi? Faşizmin kokuşmuşluğunu ve dehşetini zamanın sonsuz akışı içinde her coğrafyada ve tüm kuşaklara sanatın soyutlama gücünden daha etkili ne taşıyabilir? Bozup yeniden, daha üst ve değişik kalıplarda yaratım olmasaydı, insan kendi içsel yolculuğuna çıkabilir miydi? Kafayı üçgen formunda tasarlayan kübizm saçmalamış mı oluyor yoksa bir keşfe katkı mı yapıyor?
Entelektüellik, radikallik entel bir dil kullanmakla olmuyor. Kelimelerin şehvetine kapılıp, süslü ifadeler kullanılarak hakikati anlattığını zanneden ortaçağ papazlarının beyin yıkama ayinlerinde insanları hipnotize etmekte kullandığı bir yöntemdir muğlak anlatım. Bu açıdan Hoca’nın yalın üslubu da ders verici.
İnsancıklar’ı okuyup gözyaşı döken insanlar, belki kavuşulmamış aşka, yarım kalan sevdalara ağlamışlardır. Ama İnsancıklar, sadece roman diye niye okunsun ki? İnsancıklar’ı değerlendirdiğiniz zaman, bütünüyle bir evren duruşunuzu sorgulamanız gerekir.
Hoca’nın bilimselliği, öngörü keskinliği ışık tutuyor. Tıpkı 2000’li yılların başında yazdığı Caligula (Salyangoz Y. 2007) ve Hasta Despot (Arkadaş Y. 2008)’ta olduğu gibi Cumhuriyetin tasfiyesinin üzerinde kurulmaya çalışılan neo-osmanlı rejimi haber vermek uğruna katlandığı Ergenekon engizisyonlarında sergilediği direnç gibi, solun zaaflarına parmak basmayı vazife bilmişti. O belli zamanlarda ve belli bölgelerde zuhur eden ateş böcekleri gibi anlık parıltıların adamı değildir. Yeni kapılar açmak için kendini riske atmaktan hiç çekinmemiştir. Çubuğu içe de bükmenin yalnızlaştırıcı serüvenini göze almıştır. İdareyi maslahatçılarla, yeni-mürtecilerle, dalkavuklarla yıldızı hiç barışmamıştır.
Bu aralar RTE’nin diplomasızlığının gündem yapılmak istendiğini duyuyorum da, biraz da onun için değindim Hoca’ya… Geç mi kalındı, bilmiyorum ama gerekli idi. Hoca andığım eserlerinde RTE’nin diplomasızlığını, kifayetsizliğini ve siyasi tıynetini verili biçimde ortaya koymuştu.
Selam olsun!
Durmuş Tiryaki
SOLİTİRAZ.COM